Kuran-ı Kerimdeki Müthiş Bilimsel Mucizeler

İÇİNDEKİLER GÖSTER ▼

KURAN-I KERİMİN BİLİM MUCİZELERİ

Bu sayfada Kuran-ı Kerimin bazı önemli  bilim mucizeleri ve bilimsel delilleri sunulmuştur. Yani Hz. Muhammed (S.A.V.) zamanında bilinmeyen bilimsel hakikatların Kuran-ı Kerimde mucizevi bir şekilde yer alması izah edilmiştir.

SÜREKLİ GENİŞLEYEN EVREN, BIG BANG, BÜYÜK PATLAMA (KURAN BİLİM MUCİZESİ 1)

” Ve Evren’i (Göğü) kuvvetimizle kurduk, muhakkak ki onu genişletmekteyiz.” (Zariyat Suresi, 47)

Ayette “Evren, gök” diye çevirdiğimiz kelime Arapça “sema” kelimesidir. Bu kelime aynı Türkçe’deki “gök” kelimesi gibi hem yıldızları kapsayan Evren’i, hem atmosferiyle Dünya’nın tavanını ifade eder. Yeryüzünün üstünün tümü “sema” diye adlandırılır.

Evren sonsuz mudur? Yoksa Evren sınırlarla çevrili durağan-sonlu bir yapıda mıdır? İşte size insanlığın büyük dehalarının tarihin en başından beri en hararetli tartıştıkları konulardan biri.

Diyebiliriz ki insanlık tarihinde çok az konu bu kadar hararetle tartışılmış ve tüm uğraşlara rağmen bu konuda görüş birliğine varılamamıştır. İlk önce felsefenin içinde, daha sonra ise felsefeden bağımsızlığını ilan eden fizikte, Evren’in sınırlarının sonsuz olup olmadığı tartışılmıştır. Tarihin en parlak simalarının bir kısmı Evren’in sonsuz olduğunu, buna karşın birçok ünlü düşünür de Evren’in sınırlarla çevrili bir şekilde sonlu olduğunu söylemiştir. Oysa Kuran bu iki görüşün dışında sürekli genişleyen dinamik bir Evren modeli çizmiştir. Kuran’ın çizdiği model, Evren’in her an bir sonu olmakla sonsuz Evren modelinden, sürekli genişlemekle ise durağan sınırlı Evren modelinden ayrılmaktadır. Böylece insanlığın bu en büyük tartışmasında Kuran mevcut görüşlerin dışında üçüncü bir modeli tarif etmiştir.

İşte Kuran’ın Allah tarafından indirilip indirilmediğini anlamak isteyenler için bir test imkanı. Bir tarafta ne felsefe, ne fizikle uğraşmış çöldeki Muhammed (S.A.V.);

diğer tarafta felsefenin, fiziğin ünlü düşünürlerinin iddiaları. İşte Aristo, işte Batlamyus, işte Giordano Bruno, işte Telesio Patrizzi, işte Galieo Galilei, işte Isaac Newton… Dünya tarihinin bu en büyük dehaları gözlemleriyle, formülsel uğraşlarıyla Evren’in sınırlı-sonlu veya sonsuz olduğunu iddia etmişler, fakat hiçbiri genişleyen dinamik Evren modelini çizememiştir. Ancak 20. yüzyılda Edwin Hubble’ın gelişmiş teleskobuyla gözlemleri, tüm yıldız kümelerinin hızla birbirlerinden uzaklaştığını tespit etmiş, böylece genişleyen dinamik Evren modeli doğrulanmıştır. Evren’in genişlediği ilk kez 1900’lü yıllarda ortaya atılmıştır. 1900’lü yıllardan önce Kuran dışında bu hakikati ortaya koyan tek bir kaynak bile yoktur. Tek bir kaynak bile!..

HZ. MUHAMMED PEYGAMBER’İN (S.A.V.) ÇÖLDE SAKLADIĞI TELESKOP

Kuran’ın Allah tarafından indirildiğini inkar edenler, Muhammed Peygamber’in (S.A.V.) Kuran’ı uydurduğunu söylemektedirler. Peki bunu söyleyenler Muhammed Peygamber’in (S.A.V.) Evren’in genişlediğini, 1900’lü yıllardan önce bilen dünya tarihindeki tek kişi olmasını nasıl açıklayacaklar? Acaba Muhammed Peygamber (S.A.V.) 1900’lü yıllarda yapılmış olan teleskobun bir benzerini 600’lü yıllarda icat etmişti de, bu teleskobu kumlar altında mı gizliyordu? Acaba Muhammed Peygamber (S.A.V.) teleskobu kullanmayı, yıldızların hareketlerini yorumlayacak astronomiyle ilgili bilgileri biliyordu da, bunu insanlardan mı saklıyordu?

Evren’e çıplak gözle bakan kişinin, Evren’in genişlediğini anlamasına imkan yoktur.

Eğer Muhammed Peygamber (S.A.V.) deli olduğu için Peygamber olduğunu iddia etti denirse; bu nasıl bir deliliktir ki kendi döneminin insanlarının hiçbirinin bilmediği ve bilmesine imkan olmayan, kendisinden 1300 yıl sonra ancak anlaşılacak olan bir gerçeği biliyordu? Eğer Muhammed Peygamber (S.A.V.) kendi menfaatleri için dini uydurdu denirse; bu nasıl bir menfaat uydurmadır ki bu kişinin uydurdukları ancak 1300 yıl sonra tam anlaşılabiliyor, fakat kendi döneminde bu ayeti söylemesi kendisine hiçbir menfaat sağlamıyor, hatta gözleriyle Evren’in genişlediğini fark edemeyen düşmanlarına belki koz bile vermiş oluyordu. Menfaat için hareket eden kişi, kendi yaşarken kendisine faydası olmayan, hatta kendi döneminde anlaşılmadığı için eleştirilmesine yol açacak bir şeyi söyler mi?

Eğer tüm bu gerçeklere karşın hâlâ bir kişi “Muhammed Peygamber (S.A.V.) kendi aklıyla bunu bildi” derse; bu nasıl bir akıldır ki kimsenin bilemediğini biliyor fakat bunları kendi bildiğini kabul edeceğine, “Allah bana bildirdi” diye yalan söylüyor! Toplu iğneyi bulan bir kişi bile bu buluşuyla övünme eğilimindeyken, Muhammed Peygamber (S.A.V.) niye aklıyla övünmüyor da “Bu (Kuran) benden değildir, bu Allah’tandır” diyor. Tevazudan mı? Bir yandan Peygamber olduğunu söylerken inanılamayan, yalancılıkla itham edilen, böylece ahlaken düşük bir mertebede gösterilen kişiyi, tevazu sahibi diye mi yüceltecekler? Evet, inkar etmekte ısrar edenlere bir soru da biz soralım: “Siz neyi savunduğunuzun, ne dediğinizin farkında mısınız?”

EVREN’İN GENİŞLEDİĞİ NASIL ANLAŞILDI? (BÜYÜK PATLAMA -BIG BANG- TEORİSİ)

Büyük deha Newton’un fiziğinde bir eksik vardı. Newton, sonsuz genişlikte ve değişmeyen bir Evren modelini öngörüyordu. Newton’un yerçekimi yasaları bir sorunla karşılaşıyordu. Nasıl oluyordu da Evren’in başlangıcından beri geçen çok uzun zaman sürecinde tüm madde birbirini çekip tek bir bileşime dönüşmüyordu?

Einstein’ın formüllerinden yola çıkan Rus fizikçi Alexander Friedmann en ufak bir etkide Evren’in genişleyeceğini veya daralacağını keşfetti. Evren’in genişlemekte olduğunu ise açıkça, iddialı bir şekilde ilk savunan Belçikalı papaz ve bilim adamı Georges Lemaître oldu. Lemaître, Evren’in genişlemesini geri sardığımızda Evren’in tek bir bileşimden açılarak oluştuğunu, Evren’in genişlediğini; bir meşe palamudundan bir meşe ağacının büyümesi gibi Evren’in bu başlangıçtaki bileşimden ortaya çıktığını söyledi. Bu o kadar inanılmaz gözüküyordu ki, başta bu iddiaya, kendi formüllerinden ulaşılan Einstein bile inanamadı. Lemaître’nin fizikten pek anlamadığını söyleyerek, Evren’in sonsuz genişlikte ve değişmez olduğunu söyledi. İlk başta, Evren’in genişlediği kuramsal olarak ortaya konulmuştu. Hiçbir felsefecinin tarihin uzun zaman diliminde ortaya koyamadığı bir açıklama, Kant gibi bir felsefecinin “Saf Aklın Eleştirisi” eserinde, zihinsel çatışkılardan (zihnin çözemeyeceği sorunlardan) biri olarak gördüğü ve “Zihin bu sorunu çözemez” dediği konuda; başlangıcın olup olmadığı gibi dev bir hususta ortaya konulmuştu. Bu kuram her şeye uyuyor ve Evren’in neden yerçekimine rağmen çökmediğini açıklıyordu. Alternatifi yoktu. Doğru anahtarın kendi kilidine uyması gibi, doğru açıklama Evrensel tabloya uymuştu. Fakat bilim dünyasında ilk defa duyulan bu açıklama klasik tepkiyle karşılaşmıştı: “Hayır, olamaz!”

Einstein ve Lemaître (İzafiyet Teorisi ve Evrenin Genişlemesi)

BÜYÜK PATLAMANIN İSPATI – DOPPLER ETKİSİ

Aynı yıllarda Amerikalı astronom Hubble, tüm bu kuramsal tartışmaların dışında, Mount Wilson gözlemevinde son derece gelişmiş teleskobu ile gözlemler yapıyordu. Hubble tüm galaksilerin birbirinden uzaklaştığını, böylece Evren’in genişlediğini gözlemsel olarak buldu. Böylece “Görmediğimize inanamayız” diyenlere Hubble;

“Gördüğünüze inanmalısınız” dercesine genişlemeyi ispatladı. (Hubble bu tespitinde Doppler etkisini kullandı. Buna göre uzaklaşan cisimlerin dalga boyları ışık dalgalarının spektrumunda uzar, böylece kırmızıya kayar; cisimler yaklaşıyor ise dalga boyu kısalır, böylece maviye kayar.) Tüm galaksilerden gelen ışığın, spektrumda kırmızıya kayması, tüm galaksilerin uzaklaştığını gösteriyordu. Hubble bu gözlemiyle beraber çarpıcı bir yasa da buldu, galaksilerin uzaklaşma hızları, galaksiler arasındaki uzaklıkla doğru orantılıydı. Galaksi ne kadar uzakta ise, o kadar hızlı uzaklaşıyordu. Bu sonuç tekrar tekrar test edildi. 1950’de ABD’de Mount Palamar’da dünyanın en büyük teleskobu inşa edildi. Tüm testler, yeniden kontroller hep bu gözlemi doğruladı. Hatta ölçümler yapılıp Evren’in ilk yaratılış anının yaklaşık 10-15 milyar yıl önce olduğu iddia edildi.

Doppler Effect Animation
DOPPLER ETKİSİ (Uzaklaşan cisimlerde dalga boyu büyür) (Resim referans)

Hubble’ın çalışmalarıyla Einstein da, Lemaître de ilgileniyordu. Daha önce Lemaître’ın görüşlerine katılmayan Einstein, bir konferansta Lemaître’e haklı olduğunu beyan etti. Bu düşünceye inanmamasına yol açan görüşlerinin hayatının en büyük hatası olduğunu itiraf etti. Böylece Evren’in dinamik, sürekli genişleyen yapısı gözlemlerle doğrulanmış bir şekilde anlaşıldı, dönemin en büyük fizikçisi Einstein da bu sonucu kabul etti.

Edwin Hubble Teleskopla Gözlem Yapıyor, California, 1949. Photo: Boyer/Roger Viollet/Getty Images

Hubble’ın ve Lemaître’ın örneklerinde, fizikçilerin gerek kuramsal, gerek gözlemsel yolla sonuca ulaşabilmelerinin örneklerini görüyoruz. Fizikçilerin vardığı sonuç birçok birikimin üstünde yükselmektedir. Kuran’da ise bilim adamlarının birikime dayanan bilgilerinden farklı olarak doğrudan sonuç verilir. Çünkü bu bilgiyi kitabında aktaran Allah, bu araçları kullanmadan bu bilgiyi bilmektedir. Evet, Kuran’da doğrudan sonuçlar verilir. Çok emin, çok kısa, çok net, çok açık bir şekilde.

Herhangi birimiz Evren’e üstten bakma şansına sahip olsaydık ve biri bize “Evren’i tarif et” deseydi, herhalde ilk söyleyeceğimiz şeylerden biri Evren’in genişlediği olurdu. Ancak bilimsel birikim ve gelişmiş teleskoplarla farkedebildiğimiz bu gerçeği, Kuran’ın 1400 yıl önce söylemesi ne müthiş bir olaydır. Bazıları “Hz. İsa körleri iyileştirecek şekilde mucizeler gösterdiyse, niye çevresindeki herkes iman etmedi?” diye sormaktadır. İşte dine bilimle karşı çıkılmaya çalışıldığı bir ortamda, Kuran, bilimin en zor birkaç sorusundan birine bir cevap vermekte ve tarihte bu cevabın aynısına rastlanmamaktadır. Gelişmiş teleskopların icadıyla yapılan gözlemler Kuran’ı doğrulamakta, Kuran’ın bu mucizesinin benzerini hiç kimse gösterememekte, fakat inanmaya niyetli olmayanlar yine inanmamaktadır. Zaten Kuran, bazı insanların hangi mucizeyi görürlerse görsünler inanmayacaklarını belirtmiş ve insan psikolojisinin bu yönünü açıklayarak da mucize göstermiştir. Sanırız bu örneği gören kişi, Hz. İsa’nın ve diğer peygamberlerin gösterdiği mucizelere karşı kendilerine niye inanılmadığını anlayacaktır. Mucizelerin şekli, zamana göre değişmekte, fakat, hep açık arayan, gerçeği bulmaya çalışmak yerine “Ben nasıl inkar ederim” diye düşünen bazı insan tipleri hiç değişmemektedirler.

Büyük Patlama’dan (Big Bang) sonra bu kadar çok maddenin, yerçekimi kuvvetinin etkisiyle birbirinin üzerine kapanmadan, bu kadar geniş bir uzayı oluşturarak, bu kadar büyük bir hızla birbirinden uzaklaşması, Büyük Patlama’da uygulanan kuvvetin olağanüstülüğünü göstermektedir. Bu kuvvet sayesinde Evren genişlemekte ve madde birbirini çekip yeniden kapanmaktan kurtulmaktadır. Bu kuvvet hem çok büyüktür, hem de Allah’ın üstün bilgisiyle çok ince bir şekilde ayarlanmıştır. Bu kuvvet eğer daha zayıf olsaydı; gezegenler oluşmadan madde birbirini çekerek kapanacak ve ne galaksiler, ne Dünyamız, ne de hayat oluşacaktı. Eğer patlamada uygulanan kuvvet daha şiddetli olsaydı; madde o kadar büyük bir alana yayılacaktı ki, yine ne galaksiler, ne Dünyamız, ne de hayat olacaktı. Bir fizikçinin çok güzel bir benzetmesine göre bu patlamanın galaksilerin, Dünyamızın, hayatın oluşacağı şekilde ayarlanmasının olasılığı bir kurşun kalemi havaya attığımızda, sivri ucu üzerinde durması kadar bile değildir. Allah, bu patlamayla hem kudretinin büyüklüğünü, hem kendisinin bilinçli olarak ilk andan itibaren nasıl her şeyi ayarladığını göstermekte, ayrıca mesajı Kuran’da bu oluşumları anlatarak Kuran’ın kendi mesajı olduğunu da ispat etmektedir.

Evrenin oluşumu ve genişlemesi. Big Bang modeline göre günümüzdeki evren 13,5 milyar yıldan biraz daha fazla zaman önce son derece yoğun ve sıcak bir hâlden ortaya çıkmış olup, günümüzde genişlemeye devam etmektedir. Bu bilimsel gerçeği Kuran-ı Kerim 1400 yıl önce bir mucize olarak bildirmiştir.

KURAN’DA “BİZ” İFADESİNİN KULLANILMASININ SEBEBİ

Bu bölümde incelediğimiz ayette ve Kuran’da başka yerlerde de geçen “Biz” ifadesinin neden kullanıldığını açıklamakta fayda görüyoruz. Arapça’nın bu konudaki dil özelliği bilinmediği için bu ifade tarzını anlayamayanlar ve nedenini soranlar olmaktadır. Kuran’da Allah kendisi için birinci çoğul şahıs olarak “Biz” ifadesini de, birinci tekil şahıs olarak “Ben” ifadesini de kullanır. Bu Arapça’nın dil özelliğinden kaynaklanır. Arapça’da ve başka bazı dillerde de azamet, yücelik ifadesi olarak bazen bir kişi kendisi için birinci çoğul şahıs olarak “Biz” ifadesini kullanır. Örneğin Latince’de Papa’da, İngilizce’de yüksek mevkide olanlarda bu tarz kullanıma rastlanır; bu kullanıma Latince’de “pluralis maiestatis” İngilizce’de “majestic plural”, “Victorian we”, “royal pronoun” gibi isimler verilmiştir. Türkçe’de ve başka dillerde karşımızda tekil şahıs varken yücelik, saygı ifadesi olarak ikinci tekil şahıs olan “Sen” yerine çoğul “Siz” demekteyiz. Türkçe’de tekil olarak yaptıklarımız için de bazen birinci çoğul olarak “Biz” ifadesini kullanırız, fakat bu karşımızdaki tekil şahıs için çoğul olan “Siz” ifadesini kullanmamız kadar yaygın değildir. Kuran Arapça inmiş bir kitaptır, bu yüzden Kuran’da Arapça dil özellikleri, Arapça deyimler bulunur. Bu konu bu çerçevede değerlendirilmelidir.

Bir noktayı daha belirtmekte fayda görüyoruz: Kuran’da Allah kendisinden birinci şahıs olarak bahsederken hem tekil “Ben” ifadesini, hem Arapça’nın dil özelliklerinden dolayı çoğul olan “Biz” ifadesini kullanır. Fakat Allah’tan ikinci şahıs olarak bahsedildiğinde hep ikinci tekil “Sen” ifadesi geçer, hiçbir zaman ikinci çoğul olarak “Siz” ifadesi geçmez veya Allah’tan üçüncü şahıs olarak bahsedildiğinde hep üçüncü tekil “O” ifadesi geçer, hiçbir zaman üçüncü çoğul “Onlar” ifadesi kullanılmaz. Oysa Kuran’da binlerce defa Allah’tan ikinci veya üçüncü şahıs olarak bahsedilmiştir, bunların birinde bile ikinci çoğul veya üçüncü çoğul şahıs kullanılmamıştır. Ayrıca Kuran’da Allah’tan gerek “Allah”, gerek “Rab”, gerek “Rahman”, gerek diğer isimleriyle binlerce defa bahsedilir ve tüm bu isimler tekil formda kullanılır. Bunlar da “Biz” ifadesinin, Arapça’nın dil özelliğinden kaynaklanan bir kullanım olduğunu gösteren verilerdir.

TEK BİR NOKTADAN BAŞLAYAN MACERAMIZ (KURAN BİLİM MUCİZESİ 2)

 İnkar edenler Evren (Gökler) ve yer birbirleriyle bitişik iken onları ayırdığımızı, her canlıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi 30)

Ayetin ifade şeklinden, bu ayette belirtilenlerin inkarcılara karşı bir delil niteliğinde olduğunu, bu ayette belirtilenler sebebiyle inkarcıların inanması gerektiğini anlıyoruz. Ateistlerin en temel iddiası, maddenin sonsuzdan beri var olduğu ve tüm canlı-cansız varlıkların bu maddi yapıdaki özellikler sonucunda tesadüfen oluştuğudur. Oysa Büyük Patlama (Big Bang) teorisi Evren’in ve zamanın bir başlangıcı olduğunu ortaya koyarak ateizmin bu en temel iddiasını yıkmaktadır.

Büyük Patlama Animasyonu, Kuran’da Yer Alan Bilimsel Mucize, Kaynak: 1) NASA, https://www.youtube.com/watch?v=4ufkTUZAiqE 2) https://giphy.com/

Ayette “İnkar edenler görmüyorlar mı” diye sorulması da çok anlamlıdır. Bu şekilde ayet, Evren’in ve yeryüzünün bitişikken ayrıldığının anlaşılabileceğine, bunu anlamanın mümkün olduğuna da -bizceişaret etmektedir. Ayetin doğruluğunun anlaşılacağı 1900’lü yıllar, bilimsel keşiflerin arttığı, bazılarının bilim ile dini çatışır halde göstermeye çalıştığı yıllardır. Sanayi toplumunun getirdiği refah ile şımaran insanların bazıları, bu yıllarda maddeyi putlaştırmaya ve Allah’ın yerine koymaya kalkmışlardır. Tam böyle bir ortamda, bazı insanların tapınmaya kalktığı maddenin yaratılmış olduğunun, yani başlangıcı olduğunun, Big Bang ile doğrulanması inkarcı tezlere karşı bir darbedir. Ayetin devamında geçen “Yine de onlar inanmayacaklar mı” cümlesi de çok anlamlıdır. Ayetin bu işaretini de tarih doğrulamış, ortaya konan tüm delillere rağmen inkarcıların birçoğu inkarlarında ısrarcı olmuşlardır. Ayet bilimsel gerçekleri ortaya koyarken inkarcıların her şeye rağmen inanmama eğilimini de ortaya koymaktadır.

Büyük Patlama’nın Zamansal Gösterimi (Soldan Sağa Zamanın İlerlemesi gösteriliyor)

Ayette belirtilenler, hem Evren’in başlangıcı olduğunu ortaya koyarak inkarcılığın maddenin sonsuzdan beri var olduğu iddiasını yıkmakta ve inkarcıların tezlerini çürütmektedir. Kuran’ın indiği dönemden 1300 yıl sonra anlaşılacak bu gerçek Kuran’da geçtiği için inkarcılara Kuran’ın Allah’ın sözü olduğuna dair delil sunmaktadır. Evren’in genişlediğini ve tüm Evren’in bitişikken birbirinden ayrıldığını Kuran dışında ortaya koyan hiç kimse olmamıştır. İşte eski Yunan, işte Ortaçağ, işte Yeniçağ, işte Platon’lu Thales’li düşünce yoğunluğu, işte Batlamyus, işte Kopernik, işte Kepler, işte Kant… İnsanlık tarihinin tüm dehalarının hiçbiri genişleyen bir Evren’de olduğumuzu bilemediği gibi, bu Evren’in yaratılışının başında her şeyin birbiriyle bitişik olduğunun da farkına varamamışlardır. Gelişmiş aygıtlar olmadan, bilimsel birikim kullanılmadan bu sonuçlara varmak imkansız olduğu için tüm bu ünlü felsefeciler, fizikçiler bu sonuçlara varamamışlardır. Evren’in yaratıcısı Evren hakkındaki bu en önemli bilgileri Kitabıyla insanlara bildirerek; hem bu Evren’deki oluşumlara dikkatleri çekmiş, hem de Kuran’ın kendisi tarafından gönderilen bir kitap olduğunu ispat etmiştir. Günü gelince, Uzay’da bir nokta olan insana, tüm Uzay’ın bir noktadan yaratıldığının delillerinin örtüsünü açan Allah, böylece hem Evren’in bilgisini insanlara sunmuş, hem de kendi kitabının mucizelerini göstermiştir. Ayetin, açık mucizesi kadar “İnkar edenler görmüyorlar mı” ifadesiyle ayetin açıklamalarının anlaşılacağına işaret edilmesi, “Yine de onlar inanmayacaklar mı” ifadesiyle inanmayanların birçoğunun bu delillere rağmen inkarcılıklarına devam edeceklerine işaret edilmesi de çok ilginçtir. Nitekim Einstein da Evren hakkında yaptığı keşiflerden çok bunların anlaşılabilmesine şaştığını söylemiştir. Bundan da, alıntıladığımız ayette, insanların bu ayette ifade edilenleri anlayabileceğine işaret edilmesinin önemi anlaşılmaktadır.

BİG BANG TEORİSİNİN İSPATLARINDAN KOZMİK FON RADYASYONU DELİLİ

Ayette Evren’in başta bitişik olduğu Arapça “ratk” kelimesiyle ifade edilir ki; bu kelime kaynaşmış durumda içiçe geçmeyi ifade eder. Arapça “fatk” kelimesi ise ayrılmayı, bölünerek ayrılmayı ifade eder. Ayetin belirttiği bu ayrılmayı Lemaître ortaya koyduğunda, bu kuramın başta dirençle karşılaştığını Evren’in genişlemesini açıklarken anlattık. Bu fikre karşı koyanlardan biri de Fred Hoyle idi. 1940’lı yıllarda Fred Hoyle, Evren’in, başlangıçtaki bütünsel bir birlikten başlaması halinde, bu ayrılmanın bir kalıntısı olması gerektiğini öne sürerek; “Bana bu Big Bang’in bir fosilini bulun” dedi. Aslında Fred Hoyle bu “Big Bang” ifadesini alay etmek için kullanmıştı. Onun bu alaycı meydan okuması Big Bang’i destekleyen birçok delilin bulunmasına yol açtı. Hoyle Big Bang ile alay ederken, onu yok etmek isterken, istemeyerek onun daha da çok kanıtlanmasını sağladı.

1948’de George Gamov ve öğrencisi Ralph Adler, Big Bang olduysa gerçekten Hoyle’un söylediği fosilin olması gerektiği sonucuna vardılar. İleri sürdükleri mantığa göre Evren Big Bang’den sonra her yöne doğru genişlediğinden bu alçak düzey fon radyasyonu, bakılan her yönde mevcut olmalıydı. Big Bang’den sonra çıkan diğer bütün radyasyonların Evren’in içinde belli bir başlangıç noktaları olacak ve sadece o noktadan dışarı doğru yayılacaklardı. Ancak tüm Evren’i başlatan bir patlamadan çıkan radyasyon böyle tek bir noktaya kadar izlenemezdi;

Evren’in genel dinamik genişlemesiyle bu radyasyon her yana yayılmak ve her yönden gözlemlenebilmek zorundaydı. Gamov ve Adler’in tahmin ettiği radyasyon 1960’larda New Jersey’de Princeton Üniversitesi’nde bir grup tarafından çok hassas aletlerle araştırılmaya başlandı. Fakat bu çok önemli bulguyu bulmak enteresan şekilde başkalarına nasip olacaktır.

Dünyamız’da gördüğümüz tüm güzellikler daha önce gaz bulutu aşamasından geçmiştir.

Arno Penzias ve Robert Wilson, Bell telefon şirketinde iki araştırmacıdır. Bir gün bu ikili, Evren’in her yanından gelen bir parazitle karşılaşırlar ve bunun sebebini tam olarak anlayamazlar. İşin enteresan yanı Penzias ve Wilson olayı iyice anlamak için çok yakınlarda çalışan Princeton Üniversitesi’ndeki ekipten Robert Dicke ve arkadaşlarını telefonla ararlar. Telefonu kapatan Dicke büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve Nobel ödülünü kazandıracağını umdukları keşfi başkalarının gerçekleştirdiğini anlar… Evet, bir soğuk kaynakla kıyaslıyorlardı ve hep mutlak sıfırın tam 3 derece üstünde 3 Kelvin’deydi. Radyasyon tam beklenen özelliklere sahiptir ve Evren’in her tarafından gelmektedir. Hoyle’un bulunmayacağını sandığı fosil bulunmuştur. Nobel ödülünü de böylece Penzias ve Wilson kazanır.

UYDUDAN BÜYÜK PATLAMA (BIG BANG) TEORİSİNE DESTEK

Penzias ve Wilson 1965’teki keşifleriyle Nobel’i aldıktan sonra 1989 yılında daha da gelişen teknolojinin yardımıyla COBE uydusu bir roketle uzaya gönderildi. COBE uydusundan gelen veriler Penzias ve Wilson’un buluşunu destekledi. Birçok kişi COBE’nin verilerine “kesin kanıt” dedi. Böylece 1927’de Lemaître ile başlayan süreç 1990’larda yeni kanıtlarla çok sağlam bir zemine oturdu. Yıl 1990’ları gösterdiğinde Kuran’ın inmeye başladığı tarihten 1400 yıldan fazla bir zaman geçmişti ve Kuran’ın söyledikleri uyduyla da ispatlanıyordu.

COBE cmb fluctuations
Büyük Patlama’dan sonra Evren’e yayılan radyasyonun kalıntıları Cobe uydusu tarafından tespit edildi.

Issız bir adaya çıksak ve bu adada küllere rastlasak herhalde hiçbirimizin bu adada daha önce bir ateşin yandığına şüphesi olmaz. Bu küller adada daha önce yanan ateşin bir nevi fosilidir. Aynı şekilde COBE’nin ve daha önce Penzias ve Wilson’ın bulduğu fosil-ışın da Big Bang’in bir kanıtıdır. Bu fosil-ışının Evren’in her yanına dağılmış durumda olması gerektiğinin Big Bang ile alay etmek isteyenlerce ortaya atılması da bu delilin sağlamlığının diğer bir göstergesidir.

Big Bang’i kanıtlayan delillerden biri de Evren’deki hidrojen-helyum oranıdır. 1930’lu yıllarda her gök cisminin yapısına göre özel bir ışık saçtığı olgusundan yola çıkan astronomlar, yıldızların ve galaksilerin bileşimini analiz etmek için özellikle tayfölçerlerden yararlandılar. Tayfölçer ve matematik sayesinde, Evren’in, ortalama olarak % 73 hidrojen, % 25 helyum ve az oranda da öteki elementleri içerdiğini hesapladılar. Oysa yıldızlar bu kadar hidrojen ve helyum üretmiyorlardı. Yalnızca Big Bang’in ilk anlarında var olan ateş topu bu miktardaki hafif gaz sentezini gerçekleştirebilirdi. Big Bang ile oluşan bir Evren’de beklenen ile Uzay’daki hidrojen ve helyum miktarının uyumu, teoriyi destekleyen delillerden bazılarıdır.

Big Bang’i kanıtlayan deliller yeterli olmakla beraber, 2000 yılına girildiğinde bile bu delillerin sürekli arttığını görüyoruz. İsviçre’nin Cenevre kentinde dünyanın en ünlü fizik merkezlerinden CERN’de çok yüksek maliyetlerle Big Bang ortamı oluşturulmuştur. Buradaki deneylerin bulguları da Big Bang’i destekler niteliktedir. Araştırmaya liderlik eden Londra’daki Imperial Koleji öğretim üyelerinden Fizikçi Prof. Peter Dornan’a göre bu deneylerin bulguları 21. yüzyılın en önemli buluşlarındandır.

Evren’in bir başlangıcı olması gerektiğini Termodinamiğin İkinci Kanunu (Entropi) da desteklemektedir. Entropi kendi haline bırakılan sistemlerin düzensizliğe doğru değiştiklerini, enerjinin daha az kullanılabilir hale doğru gittiğini ve sonuçta tam bir işe yaramazlık durumuna erişileceğini ifade eder. Buna göre Evren sonsuzdan beri var olsaydı sonsuz zamanda hareket tamamen durmuş olacaktı. (Gerçi “sonsuz zaman vardır” demek, sonsuzu geçip buraya geldik demektir. Oysa sonsuz geçmez, eğer geçiyorsa sonsuz değildir. Kısacası zaman olarak şu noktadaki varlığımız bile bir başlangıcın varlığını ispat eder. Kindi ve Gazali gibi Müslüman felsefeciler ve kelamcılar, bu hususu çok güzel ortaya koymuşlardır (detaylarına burada girmiyoruz). Batı’da onların öncülüğünü yaptığı bu tip akıl yürütmeler “kalam cosmologic argument” başlığıyla hala gündemdedir. Caner Taslaman’ın “Big Bang ve Tanrı” kitabı ise modern dönemdeki verilerden yola çıkarak bir Müslüman felsefecinin bu delili savunmasının bir örneğidir.) Evren’in başlangıcı olması gerektiğini gösteren felsefi verilerle, Evren’in başlangıcını ispat eden modern fiziğin önemli teorisi Big Bang ve Entropi Yasası aynı sonuçta birleşmektedir.

HZ. MUHAMMED PEYGAMBER (S.A.V.) UZAYA UYDU MU GÖNDERDİ?

Big Bang’in doğrulanması için Uzay’daki uydulardan ve teleskoplardan gelen verilerin kullanıldığını gördük. Peki Uzay’a gönderilen bu uydudan 1400 yıl önce Muhammed Peygamber (S.A.V.), her şeyin kaynaşmış tek bir bileşen olduğu durumdan Evren’in ve yeryüzünün meydana geldiğini nasıl anlamıştı? Uzay’ın her an genişlediğini Hz. Muhammed Peygamber’in (S.A.V.)  nasıl bilebildiğiyle ilgili “Acaba Hz. Hz. Muhammed Peygamber (S.A.V.) (S.A.V.) çölün kumları altına bir teleskop mu sakladı” diye sorduk. Üstelik bu teleskobun Hubble’ın teleskobu gibi gelişmiş olması gerekirdi. Peki, inkarcılar, acaba Evren’in başta tek bir bileşim olduğunun Kuran’da geçmesini “Muhammed (S.A.V.) kozmik fon radyasyonunu hesaplayarak buldu” diyerek mi izah edecekler? Bunun için Hz. Muhammed Peygamber’in (S.A.V.)  herkesten gizlediği uydusunu Uzay’a gönderdiği ve bu uydudan gelen verileri değerlendirerek COBE’den önce gerekli çıkarımları 1400 yıl önce yaptığı fikrini mi savunacaklar? COBE’den 25 yıl önce fosil radyasyonu keşfeden Penzias ve Wilson, Nobel ödülünü aldılar. Peki, 1400 yıl önce Evren’in tek bir bileşimden oluştuğunu da, Evren’in genişlediğini de söyleyen Hz. Muhammed’in (S.A.V.) Peygamberliğini inkar edenler, acaba en azından onu Nobel fizik ödülüne aday gösterecekler mi?

Görüldüğü gibi Kuran’ın Allah tarafından gönderilmediğini, Hz. Muhammed’in (S.A.V.) Kuran’ı kendisinin yazdığını söyleyenler, ne iddia ederlerse etsinler komik duruma düşmekten kurtulamayacaklardır. İnanmaya niyeti olmayanlar hangi delili görürlerse görsünler inkara kendilerini şartlandırmışlardır. Hz. İbrahim’e karşı böyleydi, Hz. Musa’ya karşı böyleydi, Hz. İsa’ya karşı da böyleydi, Hz. Muhammed’e karşı da böyledir. İnkarcıların tavrı, tarih boyunca hep aynı psikolojiyi yansıtır. Aşağıdaki ayette görüleceği gibi Hz. Musa’ya karşı koyanlar da, her ne delil görürlerse görsünler inkar edeceklerini söylemişlerdir:

Bizi büyülemek için delil olarak her ne getirirsen getir, biz sana inanmayacağız. (7-Araf Suresi 132)

BÜYÜK PATLAMA (BIG BANG) TEORİSİ ALLAH’IN BİRLİĞİNİN DE DELİLİDİR

Evrenin tarihi (soldan sağa zamanın ilerlemesi gösterilmiştir)

Çoktanrılı dinler değişik toplumlarda ve değişik çağlarda birbirlerinden apayrı inançlara sahiptir. Eski Mısır’da gözüken çoktanrılı inançla, Hintliler’in çoktanrılı inanç sistemi birbirinden çok farklıdır. Fakat çoktanrılı inanç sistemlerinin ortak özellikleri değişik tanrılara değişik hakimiyet alanları ayırmalarıdır. Güneş bir tanrıdır, Ay ise değişik bir tanrıdır, dağların tepesindeki falanca tanrı apayrı bir tanrıdır… Kimi tanrı yağmurlardan, kimi tanrı rüzgarlardan sorumludur, kimi tanrı dağların hakimidir, kimi tanrı nehirlerin hakimidir… Evren’i ayrı ayrı tanrıların hakimiyet alanlarına ayıran çoktanrılı zihniyetlere karşın tek Allah inancına sahip olan Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet, Evren’i bir bütün olarak görmüşlerdir. Bu inançlarının sebebi ise tek bir Allah’ın yarattığı Evren’de ayrılığın, bölünmüşlüğün olamayacak olmasıdır. Bu dinlere göre bölünmüşlük dış görünüştedir, fakat işin özünde Evren’e teklik hakimdir; tek Allah’ın kontrolünde olan Evren’in her noktası birbiriyle ilişkili bir bütündür. Birçok İslam düşünürü, tek Allah’ın yarattıklarında bir bütünlük olması gerektiğini söylemişler ve bu bütünlüğün Allah’ın birliğinin delili olduğunu vurgulamışlardır. Bu düşünürler, Evren’de meydana gelen tüm olayların birbirleriyle nasıl ilişkili olduğunu açıklayarak bu birliği göstermeye çalışmışlardır. Big Bang ile ortaya çıkan verilerden sonra ise Evren’deki yaratılanların birliği bir kez daha ispatlanmıştır. Çünkü artık Evren’in başının tek bir bileşim olduğu açıkça gözükmektedir. Evren’de oluşacak olan her şey bu tekillikten oluştuğuna göre, zaten birlik içinde ve birbirleriyle ilişkili olmak zorundadır. Artık hiç kimse Güneş’in ayrı, Ay’ın ayrı, insanın ayrı, yılanın ayrı, falanca bitkinin ayrı bir yaratıcısı var diyemez… Evren’in kökeni bir tekilliktir, bu tekilliği yaratan kim ise; bu tekillikten ortaya çıkan Güneş’i, Ay’ı, insanı, hayvanları, bitkileri de yaratan O’dur.

De ki : O Allah Bir’dir. Allah, her şeyin muhtaç olduğudur. 3 Doğurmamıştır, doğurulmamıştır. 4 Ve hiçbir şey O’nun dengi değildir.  (112-İhlas Suresi 1-4)

YOKLUKTAN YARATILDIK (KURAN BİLİM MUCİZESİ 3)

 O (Allah) Evren’i ve yeryüzünü yoktan yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse yalnızca “Ol” der, o da oluverir. (2-Bakara Suresi 117)

Ayette geçen “ibda” kelimesi bir şeyin, herhangi bir şeyden değil, yoktan var edildiği anlamına gelir. Ayrıca bu kelime, bir şeyin bir örneğe göre değil de, eşi ve benzeri olmadan yaratılması anlamına gelir. Yaratılışın büyük harikası var olan tüm varlığın ve kavramların yoktan yaratılmasıdır. Örneğin renkleri düşünelim. Hiçbirimiz görmediğimiz bir rengi düşünemeyiz de, icat da edemeyiz. Var olan renkleri bilmemize rağmen, yeni bir renk yaratamayız. Oysa Allah, tüm renkleri de, renk kavramı yokken renk kavramını da, renkleri ve her şeyi kaplayan Evren’i de yoktan yaratmıştır. Bir kavram hiç yokken o kavramı ve onla ilişkili olan çeşitliliği yaratmak ne büyük güç ve ne büyük bir sanattır.

Allah’ın varlığını inkar eden ateistler maddenin sonsuzdan beri var olduğunu, maddenin başlangıcı bulunmadığını, var olan her şeyin tesadüfler sonucunda oluştuğunu iddia ederler. Bu görüşe göre madde yaratılmamıştır, hep vardır. Ateist filozoflardan Georges Politzer “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” kitabında bunu şöyle belirtir: “Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış olsaydı, o takdirde Evren’in Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması ve Evren’in yoktan var edilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için her şeyden önce Evren’in var olmadığı bir anın varlığını, sonra da hiçlikten birşeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir.” Ateizm, Tanrı’nın varlığının reddedilmesi, materyalizm ise maddecilik anlamına gelir, fakat her iki kelime birçok zaman birbirinin yerine kullanılır. Çünkü Allah’ın varlığını reddeden ateistler, maddenin sonsuzluğunu kabul ettiklerinden ve madde-dışı bir varlığı kabul etmediklerinden otomatik olarak materyalist (maddeci) olurlar. Ateistler kaçınılmaz olarak maddenin yaratılmadığını ve sonsuzdan beri var olduğunu kabul etmek zorunda kalırlar.

Hem Allah’ın varlığının, hem maddenin yaratıldığının beraberce ve açıkça savunulmasının kökleri tek Tanrılı dinlere dayanır. Tüm tek Tanrılı dinler hem Allah’ın varlığını, hem maddenin Allah tarafından yaratıldığını açıkça savunurlar. Böylelikle maddenin yaratıldığı iddiası öyle bir konuma gelmektedir ki; bunun ispatı, Allah’ın varlığının ispatı olduğu gibi, aynı zamanda Museviliğin, Hıristiyanlığın ve İslam’ın Allah tarafından gönderilen dinler olduğunun da çok önemli bir delilidir. Günümüzde de bazı insanlar Güneş’e, Ay’a veya ateşe tapıyor olabilirler. Bu insanlar akılcı, bilimsel, felsefi bir dayanağa sahip olmadan bu inançlarını sürdürmektedirler. Aklı, mantığı, bilimi bir kriter olarak kabul etmeyen bu inançlara karşı akılcı, mantıksal ve bilimsel bir açıklama yapmak fayda etmemektedir. Bu kimselerin öncelikle önyargıları kırıcı, saplantıları yok edici açıklamalara ihtiyaçları vardır. Tüm insanlık tarihindeki üç ayrı görüşün akla ve bilime uyma iddiasında olduğunu görüyoruz. Bu görüşler en azından aklı, mantığı ve bilimi kriter olarak kabul ettiklerini iddia etmişlerdir. Bu yüzden burada, bu fikirleri ele alıp, bu fikirlerden hangisinin doğru olduğunu ortaya koymaya çalışıyoruz. Bu üç görüş şöyledir:

  • Tektanrıcılık : Tek bir Allah vardır. Maddeyi yaratan, bu muhteşem Evren’i, canlı-cansız her şeyi ile yaratan O’dur.
  • Ateist Materyalizm : Madde sonsuzdan beri vardır. Her şey tesadüflerin arka arkaya gelmesi ile bu maddeden oluşur.
  • Agnostisizm, şüphecilik : İki görüşten hangisinin doğru olduğunu İkisi de doğru olabilir.

Aslında temelde iki şık vardır. Üçüncüsü ise yeni bir görüşten çok iki inançtan hangisinin doğru olduğunun bilinemeyeceğini ifade eder. Bu şıkta yer alanların iddiası maddenin ve diğer varlıkların yaratılıp yaratılmadığının anlaşılamayacağıdır. Örneğin David Hume (1711-1776) “Doǧal Din Üzerine Diyaloglar” adlı eserinde Cleanthes ve Philo’yu karşılıklı konuştururken, Philo’nun sözlerinde agnostik yaklaşımlar ifade edilir. Kant (1724-1804) da “Saf Aklın Eleştirisi” adlı eserinde maddenin yaratılıp yaratılmadığını, insanın yaratılıp yaratılmadığını bilemeyeceğimizi, bunların anlaşılamayacağını söyler. (Kant’ın fikirleri agnostik olmasına rağmen, Kant Tanrı’ya inanırdı.)

BIG BANG HEM ATEİZMİ, HEM AGNOSTİSİZMİ GEÇERSİZ KILMIŞTIR

Agnostik yaklaşım “Biz bunu anlayamayız” demekle, aslında bir iddia sahibi olmaktadır. Eğer “Maddenin başlangıcı vardır” tezi doğrulanırsa, “Maddenin başlangıcı yoktur” tezi yalanlanacağı gibi “Maddenin başlangıcı olup olmadığını anlayamayız” tezi de yıkılacaktır. Böylelikle maddenin başlangıcının ispatı ateizme olduğu kadar agnostisizme (şüpheciliğe, bilinemezciliğe) de bir darbedir. Maddenin başlangıcı ve yaratılışı ortaya konduğunda aslında ateistlerin inançsızlıklarından, agnostiklerin şüpheciliklerinden vazgeçmeleri gerekir. Enbiya Suresi 30. ayetteki ifadeyi hatırlarsanız, ayette “Yine de onlar inanmayacak mı” diye sorulmaktadır. Big Bang’i tarif eden bir ayette bu ifadenin geçmesi aslında birçok ateistin ve agnostiğin gerekeni yapmayacaklarının işaretidir. Fakat artık agnostiklerin şüpheciliğinin ineği tanrı kabul eden bir çoktanrıcıdan, ateistlerin inkarının ise ateşi tanrı kabul eden bir ateşe tapardan farklı olmadığı, yani inançlarını salt delilsizlik, salt gelenek, salt mantıksızlık ve salt bilimdışılık üzerine kurdukları anlaşılmıştır. Artık ateistlerin ve agnostiklerin akılcılık ve bilimsellik iddiaları suya düşmüştür. Hem de daha ilk aşama olan maddenin yaratılması safhasında… Bazı materyalist bilim adamları Big Bang’in ispatından sonra yaratılışı kabul etmeye mecbur olduklarını itiraf etmek zorunda kalmışlardır. Örneğin İngiliz materyalist fizikçi H.P. Lipson, Big Bang teorisini ister istemez kabul etmek zorunda olduklarını şöyle itiraf etmiştir: “Bence, bu noktadan daha da ileri gitmek ve tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış olduğunu onaylamak zorundayız. Bunun ben dahil çoğu fizikçi için son derece itici olduğunun farkındayım, ama eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa, bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz.”

BIG BANG’DEN ÖNCE

David Darling “Deep Time (Derin Zaman)” adlı kitabının başlangıç bölümünde Big Bang’i öncesinden alıp şöyle tarif eder: “Zaman yoktu, Uzay yoktu… Madde ve enerji de yoktu… Hiçbir şey yoktu…En küçük bir nokta, boşluk bile yoktu. Bu yokluktan küçücük, olağanüstü küçüklükte bir kıpırtı belirdi… Ufacık bir titreme… Hafif bir dalgalanma, belli belirsiz bir girdap… Bu kozmik kutunun kapağı açıldı ve altından yaratılış mucizesinin filizleri belirdi…” Colarado Üniversitesi’nden Gerrit L. Vershuur ise “Starscapes” adlı kitabında tüm diğer tezlere karşı dinin tezinin doğru çıktığını şu cümleleriyle ifade eder: “ Big Bang teorisi, dini inançların gösterdiği, Dünya’nın ve gökyüzünün yaratılmış olduğu gerçeği ile uygunluk göstermektedir. Bu, astronominin dinle beraber olduğunun sürprizli bir sonucudur.”

Zamanın maddeye ve maddenin hareketlerine bağımlı olarak var olduğu anlaşılmıştır. Big Bang’den önce madde ve maddenin hareketi söz konusu olmadığına göre Big Bang’den önce zaman da söz konusu değildir. Big Bang ile beraber madde de, zaman da yaratılmıştır. Zaten bunlardan biri diğerine bağımlıdır. Oxford Üniversitesi’nden Roger Penrose, zamanın Evren’in başlangıcı ile başladığını matematiksel olarak ispatladı. Big Bang teorisi, ateistlerin, “Evren yaratılmış olsaydı başlangıcı olması gerekirdi” diye ileri sürdükleri durumun varlığını ispat etmiştir. Kısacası ateizm bilim, mantık ve akıl platformunda çökmüştür, fakat inada, kuruntuya ve keyfiliğe dayanarak devam etmektedir. Mantığın temel kuralları açısından sadece iki tane tez varsa, birinin yanlışlığının ispatı diğer tezin doğrulanması demektir. Ateizmin “madde sonsuzdan beri vardır” tezi yalanlanınca, maddenin yaratılışını kabul etmek otomatikman geçerli olmakta, böylece ateizmin de, “bu konu çözülemez” diyenlerin de yanıldığı ortaya çıkmaktadır. Bu açık delillere karşın yaratılışı inkar etmek gerçeğe karşı yapılan bir inattır.

Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık delillerdir. Bizim delillerimizi zalimlerden başkası inkar etmez. (29-Ankebut Suresi 49)

 BIG BANG’İN ÖĞRETTİKLERİ

Big Bang teorisi her şeyden önce Evren’in ve zamanın bir başı olduğunu, maddenin sonsuzdan beri var olmadığını, maddenin yaratıldığını bize öğretti. Böylece materyalistlerin, ateistlerin tarih boyunca savundukları Evren’in sonsuzdan beri var olduğu fikri çürütüldü.

Big Bang, Evren’in yaratıcısı olduğunu gösterdiği gibi, Evren’in yaratıcısının Evren’in içinde arandığı; Güneş’in, Ay’ın, dağın ayrı tanrılara paylaştırıldığı ilkel fikirlerin yanlışlığını da gösterdi. Big Bang ile ilk bileşimi yaratan kim ise, her şeyi yaratanın o olduğu, Evren’i ayrı güçlerin değil, tek bir gücün yönettiği anlaşıldı. Evren tek bir noktadan başlamıştır, o ilk noktanın sahibi kimse; insanın da, nehirlerin de, yıldızların da, kelebeklerin de, süpernovaların da, renklerin de, acının da, mutluluğun da, müziğin de, estetiğin de sahibi O’dur. Her şey, “bir tekillikten” ayrıldığına göre, o “birliğin” sahibi, her şeyin sahibidir.

Big Bang ile, putlaştırılan maddenin, hem de tüm Evren’in maddesinin başta tek bir nokta kadar değersiz olduğu anlaşılır. Böylece bu değersiz noktadan insanların, hayvanların, bitkilerin, muhteşem renkleriyle Evren’in çıktığını görenler, kabiliyetin bu noktada değil, bu noktanın Yaratıcısında olduğunu anlarlar. Gözünüzü kapatıp, karanlığı bile barındırmayan yokluğu bir düşünün, sonra etrafınızdaki ağaçlara, denizlere, gökyüzüne, aynadaki görüntünüze, yiyeceklere, sanat eserlerine bir bakın. Tüm bu muhteşem eserler nasıl karanlıktan, yokluktaki tek bir noktadan kendi kendine çıkabilir? İyice düşünenler için yaratılış, hem matematiksel incelikle, hem de sanatsal yapısıyla kendini göstermektedir.

Evren’in genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki; Big Bang’den sonraki birinci saniyede bu oran, bir bilim adamının ifadesine göre: “Yüz bin milyon kere milyonda bir daha küçük olsaydı, Evren şimdiki durumuna gelmeden içine çöker, tek noktaya geri dönerdi.” Aynı şekilde bu genişleme biraz daha şiddetli olsaydı, Evren, gezegenlerin oluşamayacağı şekilde dağılacaktı. Evren’in ilk yaratılış anındaki o tek bileşimin parçalanışında uygulanan kuvvet hem çok büyüktür, hem de çok ince tasarlanmıştır. Aynı şekilde, oluşan madde miktarı da çok ince bir şekilde tasarlanmıştır. Görüldüğü gibi her şey Evrenimiz’in var olacağı tarzda bir amaca göre Yaratıcımız tarafından ince bir şekilde yaratılmıştır. Tüm bu oluşumlar Yaratıcımız’ın kuvvetinin büyüklüğünü, her şeyi en ince ayrıntısıyla planladığını, mükemmel bir şekilde her şeyi oluşturduğunu göstermektedir. Ayrıca tüm bu oluşumlar göstermektedir ki; bu Evren’in Yaratıcısı için zorluk kavramı yoktur; o isteyince her şey olur, onun sadece “Ol” demesi yeterlidir.

EVRENİN GAZ AŞAMASI (KURAN BİLİM MUCİZESİ 4)

 Bir de duman (gaz) halinde bulunan Evren’e yöneldi, ona ve yeryüzüne “İsteyerek veya istemeyerek gelin” dedik. İkisi de “İsteyerek geldik” dediler. (41-Fussilet Suresi 11)

Kuran’ın bu mucizevi ifadesine geçmeden önce ayetin tercümesiyle ile ilgili bir noktayı belirtelim. Metnin başında “bir de” diye tercüme ettiğimiz kelime Arapça “sümme” kelimesidir. Bu kelimenin “bir de”, “öte yandan” gibi anlamları olduğu gibi “daha sonra”, “sonradan” anlamları da vardır. Ayete “bir de”, “öte yandan” anlamının daha uygun olduğunu düşünüp, ayeti böyle çevirdik. Ayette “duman, gaz” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapça’sı ise “duhan”dır. Ayetten, Evren’in gaz halinde bir aşamadan geçtiği ve Allah’ın iradesi sonucu bu aşamadan sonra Evren’in ve yeryüzünün bugünkü şeklini alacak şekilde ayrı bir aşamaya geçirildikleri anlaşılıyor.

Büyük Patlama’dan (Big Bang) sonra Dünyamız’ın, Güneş’in, yıldızların hemen oluşmadığını biliyoruz. Evren hiçbir yıldız oluşmadan önce bir gaz bulutu şeklindeydi. Bu gaz bulutunun ana maddesi hidrojendi. Hidrojenden sonra ise en çok var olan madde helyumdu. Bu gaz bulutunda daha sonra oluşan sıkışmalar ve yoğunlaşmalar yıldızların ve gezegenlerin oluşumunu sağladı. Bugünkü Dünyamız, Güneşimiz, gece görebildiğimiz yıldızlar hep bu gaz bulutunun şekil değiştirmiş halleridir. Bugün bunları keşfedebilmemiz arka arkaya yapılan birçok buluşun, gözlemin, laboratuvar çalışmasının sonucudur.

Bir yandan sözlerle taciz edilen, bir yandan kılıçlarla öldürülmeye çalışılan, aynı zamanda Allah’a ortak koşulmadan iman edilmesi gerektiğini anlatan Hz. Muhammed Peygamber’in (S.A.V.)  içinde bulunduğu çağın tüm insanlarının bilgisinin toplamı, Evren’in daha önceden gaz halinde olduğunu söylemeye yetmezdi. Zaten Hz. Muhammed Peygamber’in (S.A.V.)  iddiası da kendisinden konuşmadığı, Evren’in yaratıcısının sözlerini ilettiğidir.

Bunlar sonra vahyettiğimiz duyu organlarıyla algılanamayan haberlerdendir. Bunları sen de, toplumun da daha önce bilmiyordunuz. Şu halde sabırlı ol. Şüphesiz sonuç sakınanlarındır. (11-Hud Suresi 49)

 UÇUŞAN GAZLAR BİR GÜN MANOLYALARA DÖNÜŞECEK

Kuran’ın bilimsel mucizelerinin sadece, bir mucize oluşsun, Kuran’ın dediğinin doğruluğu bir gün anlaşılsın diye söylenmediğini görüyoruz. Evet, tüm bu mucizelerle Kuran’ın Allah tarafından gönderildiği, Kuran’la hiçbir kitabın yarışamayacağı ispat edilmektedir. Aynı zamanda mucizeyi oluşturan ayetler çok önemli bilgiler de vermektedir; Allah’ın yaratışındaki inceliklere,

olağanüstülüklere dikkat çekmektedir. Hiçbir Kuran ayeti “Bir gün Bush diye bir Amerikan başkanı olacak, onun oğlu da…” şeklinde haberler vermiyor. Kuran’ın, indiği dönemde bilinemeyecek olan bir bilgiyi, mucizevi bir şekilde söylemesi tek önemli nokta değildir. Aynı zamanda, bu ayetler; Allah’ın sanatı, kudreti, bilgeliği hakkında insanlara önemli bilgiler vermektedir. Fussilet Suresi’nin 11. ayetini örnek alırsak, Kuran’ın 1400 yıl önceden Evren’in daha önce gaz halinde olduğuna dikkat çekmesi önemlidir. Fakat bir patlamayla, tüm maddenin sürekli genişleyen

Dünyamız’da gördüğümüz tüm güzellikler daha önce gaz bulutu aşamasından geçmiştir.

MÜKEMMEL ÇALIŞTIRILAN KANUNLAR

Başlangıçtaki gaz halindeki durumdan yıldızlar oluşturulurken yaratılış kanunlarının çok ince bir şekilde çalıştırıldığını görüyoruz. Çekim kuvveti sayesinde gaz bulutu içinde büzülme oluşur, yıldızlar yaratılır. Çekim kuvveti öyle bir çalıştırılır ki yıldızlar oluşur, fakat çekim kuvveti sonuna kadar işi götürüp yıldızı bir karadeliğe çevirmez. Yerçekimini böylesine ölçülü hareket ettiren nedir? Yerçekimi o kadar hassas bir kuvvete sahiptir ki, bunda ufak bir sapma canlılığın oluşmasını imkansız kılardı. Bu ölçü, bu denge, bilinçli bir Yaratıcıyı açıkça göstermez mi? Çekim kuvveti; akıllı, bilinçli, şuurlu bir nesne değildir ki tüm bu mükemmel oluşumlara kendisi sebebiyet versin.

Yerçekimini Allah’ın, Evren’e koyduğu bir yasa olarak gören Isaac Newton (1642-1724) yerçekimini ilk keşfeden kişidir. Fakat o da, birçok fizikçi de Evren’in en başta bir gaz aşaması geçirdiğini bilemiyorlardı. Ne Kuran’dan önce, ne de Kuran’dan bin yıl sonra… Newton’dan sonra Güneş’in bir gaz bulutunun sıkışmasıyla oluştuğu fikirleri ortaya atıldı. Önce Kant bu yönde fikirler ileri sürdü, sonra Laplace “Dünya Sistemlerinin İzahı” adlı 1796 yılında basılan kitabında Güneş’in gaz bulutlarının çekim gücüyle sıkışması sonucunda oluştuğunu ileri sürdü. Allah bizi ısıtan Güneş’i de, mavi okyanusları da, müziğin notalarını da, yemeklerin lezzetini de başlangıçtaki bu gaz bulutundan yaratmıştır.

Artık dileyen O’nu (Kuran’ı) düşünüp öğüt alsın. (80-Abese Suresi 12)

HER BİRİ BİR YÖRÜNGEDE (KURAN BİLİM MUCİZESİ 5)

 Geceyi, gündüzü, Güneş’i ve Ay’ı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzüp giderler. (21-Enbiya Suresi 33) 

Ayette “her biri” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapça’sı “küllü”dür. Bu kelime “hepsi, her biri” anlamlarına gelmektedir. Arapça’da adedi iki olan nesneler için “tesniye” denilen özel ikilik takısı kullanılır. Ayette, Güneş ve Ay olmak üzere iki gök cisminin yörüngedeki hareketlerinden bahsedilir. Oysa ayette “tesniye” kullanılmaması en az üç tane gök cismine işaret edildiğini akla getirmektedir. Gece ve gündüzün oluştuğu yerin Dünya olduğu düşünülürse ayetin işaret ettiği diğer gök cisminin Dünya olduğu anlaşılır. Ayette yörünge diye çevirdiğimiz kelimenin Arapça’sı ise “felek”tir. Bu kelimeyle “yıldızların, gezegenlerin hareket ettiği yörünge” belirtilmektedir.

HER KELİMENİN KULLANILIŞINDAKİ MUCİZE

Görüldüğü gibi ayetlerde her kelimenin, her takının kullanılmasında büyük incelikler vardır. Aynı ayette “yüzüp gitmek” diye çevirdiğimiz kelimenin Arapça’sı “sebehe”dir. Bu kelimenin anlamı ve Güneş’in, Ay’ın, Dünya’nın hareketlerinin bu kelimeyle anlatılmasının uyumu şöyle açıklanmaktadır:

“Kendi öz hareketiyle yer değiştirmeye işaret eden Arapça kelime “sebehe” fiilidir. Fiilin bütün anlamları bir yer değiştirmeyi içermekte ve bu yer değiştirme, yer değiştiren cismin kendi öz hareketiyle birlikte gerçekleşmektedir. Cismin yer değiştirmesi su içinde olursa buna “yüzmek” denir, yer değiştirme yerde meydana geldiğinde bu kendi bacaklarının hareketiyle olan yer değiştirmedir. Bu yer değiştirme Uzay’da olursa o takdirde bu kelimenin içerdiği anlamı yansıtabilmek ancak kelimeyi, kelimenin kökündeki esas anlamda kullanmakla mümkün olur. Öyleyse ayetlerdeki “sebehe” kelimesini “kendi öz hareketiyle yer değiştirir” şeklinde anlamak doğru olacaktır. Böyle bir anlamın doğruluğu aşağıdaki nedenlere dayanır:

Ay kendi ekseni üzerinde kendi öz dönüş hareketini, Dünya etrafında icra ettiği tam bir devriyle aynı zamanda yapar, yani 29.5 gün kadar bir zamanda tamamlar. Öyle ki bize hep aynı yüzünü gösterir.

Güneş kendi ekseni üzerinde kendi öz hareketini yaklaşık 25 günde tamamlar. Yani ekseni üzerinde döner. Bu gök cismi bütün halinde bir dönüş hareketiyle akıntı içerisinde olduğundan ekvator bölgesinin kendi ekseni üzerinde dönme hızı, kutuplar bölgesinin kendi ekseni üzerinde dönüş hızından farklıdır.

Görülüyor ki Kuran’da “sebehe” fiilinden bir anlam inceliğiyle Güneş ve Ay’ın kendi öz hareketlerine işarette bulunulmaktadır. Bu hareketler ise çağdaş ilmin verileriyle doğrulanmıştır. Güneş ve Ay’ın bu kendi öz hareketlerini miladi 7.yüzyılda yaşamış bir insanın kendi zamanında ne kadar alim dahi olsaydı, ki Hz. Muhammed Peygamber (S.A.V.) için böyle bir durum söz konusu değildir hayal etmiş olabileceği düşünülemez.”

GÜNEŞ SİSTEMİMİZDEKİ DÜZENLEMELER

Güneş’in, Ay’ın, Dünyamızın hareketleri çok ince bir düzenle, Dünya’daki hayatı olumsuz şekilde etkileyecek hiçbir oluşum gerçekleşmeden devam etmektedir. Tam tersine bütün oluşumlar Dünya’daki hayatı ve çeşitliliği mümkün kılacak şekilde yaratılmaktadırlar. Dünya Güneş etrafında eğilmiş bir vaziyette dolanmaktadır. Bu eğim 23 derece 27 dakikadır. Bu eğim sayesinde Dünyamız ’da mevsimleri yaşarız. Her mevsimin farklı tabloları, bitkilerin büyüme düzeni hep bu yaratılmış olan eğimle mümkün olmaktadır. Dünyamızın kendi ekseninde yaptığı dönüş ekvatorda saatte 1670 km hıza ulaşmaktadır. Oysa 20 km. hızla giden bir arabada bile yol aldığımızı fark ederiz. Dünya kendi ekseni boyunca dönmeseydi Güneş’e bakan yüz daima gündüz, bakmayan yüz ise daima gece olacaktı. Böyle bir Dünya’da ne bitkiler yaşayabilirdi, ne de canlılık oluşabilirdi…

Ne Güneş’in Ay’a erişmesi, ne de gecenin gündüzü geçmiş olması uygun değildir. Her biri bir yörüngede yüzüp giderler. (36-Yasin Suresi 40)

 Gerek Güneş’in, gerek Ay’ın, gerek Dünyamızın tüm hareketleri hiçbir karışıklık olmadan, hiçbir aksama oluşmadan devam etmektedir. Güneş Sistemimizde her türlü detay çok ince ayarlarla planlanmıştır. Başımızı Evren’in neresine çevirsek büyük bir ihtişama, çok ince hesaplara, harika sanatlara rastlarız. Yeter ki Allah’ın yaratışları üzerine düşünelim, aklımızı çalıştıralım, Yaratıcımızdan kaçmayalım. Yaratıcımız, aklını çalıştırmak isteyenler için kudretini, merhametini, sanatını gösteren delilleri Evren’in her yerinde sergilemektedir.

190 Şüphesiz Evren’in ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün birbiri ardınca gelişinde aklını ve gönlünü işletenler için çok deliller vardır. 191 Onlar ayakta, otururken, yan yatarken hep Allah’ı hatırlarlar,

Evren’in ve yerin yaratılışı konusunda derin derin düşünürler “Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateş azabından koru.” (Ali İmran Suresi 190-191) 

EŞLER HALİNDE YAR ATILIŞ (KURAN BİLİM MUCİZESİ 6)

 Yeryüzünün bitirdiklerinden, kendi benliklerinden ve daha bilmediklerinden bütün çiftleri yaratan çok yücedir. (36-Yasin Suresi 36)

Ayette geçen “Ezvac” kelimesi “zevc”in çoğuludur ve “çift, eş” anlamlarına gelmektedir. Osmanlıca’da karı-kocanın, zevc-zevce diye tanımlanması da bu kelimeye dayanmaktadır. Görüldüğü gibi bu kelime çift oluşları ifade etmektedir. Ayette eşler halinde yaratılışa 3 örnek verilmektedir:

1. Toprağın çıkardığı çiftler: Toprağın çıkardığı eşler deyince akla ilk gelen bitkilerdeki dişilik ve erkeklik özelliğidir.

video
play-rounded-fill

2. Kendi benliklerimizden çiftler: İnsanların dişi-erkek şeklinde yaratılışlarıdır.

3. Bilinmeyen çiftler: Evren’deki eşli yaratılışların birçoğundan Kuran’ın indiği dönemde insanların haberi yoktu. Aslında bütün evreni oluşturan madde çiftli yaratılışın üzerine kurulmuştur. Bu bölümde özellikle bunları işleyeceğiz.

NOBEL ÖDÜLÜ GETİREN KEŞİF

Evren’deki tüm maddelerin yapı taşı atomlardır. Tüm Evren’deki yaratılışın nasıl eşler halinde olduğunu merak eden bir kişi maddenin bu en küçük parçasını inceleyip bu konuda bir yargıya varabilir. Eğer maddenin en küçük parçası eşli yaratılışa dayanıyorsa; Evren’deki her şey bu küçük parçalardan yaratıldığına göre, her şey eşlerden yaratılmış demektir. Atom üzerindeki çalışmalar ilerledikçe var olan parçacıkların sırf protonlardan, nötronlardan, elektronlardan oluşmadığı, atomun sandığımızdan da kompleks, daha hassas, daha mükemmel bir yapısı olduğu anlaşıldı. Atomun küçük parçaları için bile eşler halinde yaratılış hüküm sürmektedir.

    • Protona karşı eşi anti-proton vardır.
    • Elektrona karşı eşi pozitron vardır.
    • Nötrona karşı eşi anti-nötron vardır.
Madde ve Anti Madde (Referans)

Maddenin eşler halinde yaratılışı fiziğin en önemli keşiflerindendir. İngiliz bilim adamı Paul Dirac bu konudaki çalışmalarından ötürü 1933 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü almıştır. Allah’ın her şeyi tüm detaylarıyla planlaması, Evren’in yaratılışında protonların, elektronların, nötronların ve bunların eşlerinin sayılarının belirlenmesinde de kendini göstermektedir. Elektronu ve eşi pozitronu örnek olarak ele alalım. Bu ikisi bir araya gelirse enerji açığa çıkar. 10 birim elektrona karşı 15 birim pozitron olursa, 10 birim elektron ile 10 birim pozitron yok olur, 5 birim pozitron kalır. İkisinin sayısı eşit olursa sadece enerji açığa çıkar, geriye hiç elektron ve pozitron kalmaz. Yani gerek protonların, gerek elektronların, gerek nötronların var olabilmesi karşı karşıya geldikleri eşlerinden sayıca fazla olmalarına bağlıdır. Bu arada elektron, proton ve nötronların kendi aralarındaki sayısal dengeleri de çok önemlidir. Örneğin elektronların sayıca protonlardan az olduğu bir durumda Evren’de canlılık oluşamazdı. Şu andaki varlığımız tüm bu hesapların ince bir şekilde yapılmasıyla mümkün olmuştur. Binlerce ayrı oluşumdan biri bile, rastlantılara, rastgeleliklere bırakılsaydı bugün var olamazdık. Yaratıcımızın her şeyden haberdar olması, her şeyi kontrol etmesi, sonsuz kudreti sayesinde var olabiliyoruz.

ZITLIKLARIN BİRLİĞE HİZMETİ 

Daha önce de dediğimiz gibi Kuran’ın bilimsel alanla ilgili işaretlerinin dikkat edilecek tek yanı Peygamberimiz dönemindeki insanların bilgileriyle bu açıklamaların yapılamayacak olması değildir. Elbette ki bu da çok önemlidir. Fakat bu ayetlerde geçen bilimsel bilgileri incelediğimizde Allah’ın kudretinin, sanatının, ilminin, planlarının muhteşemliğini görmemiz de çok önemlidir. Örneğin Kuran’ın, Evren’in bir teklikten, bir bitişiklikten yaratıldığını söylemesi (2. Bölümde açıkladık: 21-Enbiya Suresi 30. ayet) incelenerek; Kuran’ın insan sözü olamayacağının, Peygamberimizin dönemindeki herhangi bir kimsenin bu bilgiyi bilemeyeceğinin ortaya konması çok önemlidir. Fakat aynı zamanda bu bilginin; Allah’ın maddeyi, Evren’i yarattığını ispatladığının, Allah’ın Evren’i yaratışını bilinçli bir şekilde, belli gayelerle, büyük bir kuvvetle gerçekleştirdiğini gösterdiğinin bilinmesi de çok önemlidir. Bu yüzden kitabımızı yazarken Kuran’ın ayetlerindeki bilimsel mucizelerin varlığı kadar, bu bilimsel bilgilerin nasıl Allah’ın varlığını, kudretini, sanatının ihtişamını gösterdiğini; birbirinden ayırmadan, içiçe bir şekilde açıklamaya çalışıyoruz. Kısacası bizim için Kuran mucizelerinin varlığı kadar, bu mucizeleri gerçekleştiren ayetlerin tüm boyutlarda düşündürdükleri de çok önemlidir.

Eşler halinde yaratılışa dikkat çeken ayetlerde de aynı noktaya dikkat etmeliyiz. Kuran’ın indiği dönemde Evren’in eşler halinde yaratılışının, oynadığı kritik rolün bilinmesi imkansızdı. Bu nokta çok önemlidir. Fakat bu nokta kadar Evren’deki çiftli yaratılışları incelediğimizde proton anti-protonlardan nötron anti-nötronların dengesine kadar görülen harikalar da çok önemlidir. Çünkü Kuran ayetleri sadece bir mucize olsun diye değil, aynı zamanda tüm bu çiftli yaratılışlar üzerinde düşünelim, Allah’ın yaratışındaki harikalıkları anlayalım diye de Evren’deki eşli yaratılışlara dikkatimizi çekmektedir.

Evren’deki eşli yaratılışların önemi proton ve nötronların içindeki kuarkların keşfiyle de devam etmiştir. Eşli yaratılış anti-parçacıklar dışında da kendini gösterir; atom altı seviyedeki en küçük parçacıkların her birinin bir eşi vardır. Laboratuvar çalışmalarından kuarkların da, leptonların da (en temel atom altı parçacıklar) ikişer ikişer yani eşli bir şekilde ortaya çıktıkları anlaşıldı. “Up” ve “Down”, “Charm” ve “Strange” kuarklarından sonra “Bottom” adı verilen kuark bulununca, çiftli yaratılışın bilinci bilim adamlarına o kadar yerleşmişti ki “Top” kuarka adı daha bu kuark bulunmadan verildi. 1994 yılının Mayıs ayındaki Time dergisinin kapağı “Top” kuarkının keşfini haber veriyordu. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Fermi Laboratuvarları’nda yapılan çalışmalarla “Bottom” kuarkının eşi olan “Top” kuarkı keşfedilmişti.

Evren’deki tüm eşli yaratılışlar, Evren’in birlik ve bütünlük içindeki düzenine hizmet etmektedir. Ne “Up” ve “Down” kuarklarının, ne protonun ve anti-protonun, ne de Evren’deki artı ve eksi yüklerin bir bilinçleri vardır. Tüm bu düzenli oluşumlar, bilinçsiz maddenin en mikro düzeyinde yaratılmaktadır. Bu yaratılışlar sayesinde galaksiler, yıldızlar, gezegenler, bitkiler, hayvanlar, insanlar var olabilmektedir. Üstün bir kudret yaratmasaydı birbirine zıt-eş güçlerin, zıt-eş parçacıkların var olması da mümkün olmazdı. Bu birbirlerine zıt-eş güçlerin kaos yerine düzenli, renkli, olağanüstü bir Evren yaratması da mümkün olmazdı. İlk yaratılışı yapan, sondaki hedefleri belirleyen kim ise; ilk yaratılış anında eş güçleri ortaya çıkartan, son hedeflere varıncaya kadar bu eşleri bir “birlik” içinde çalıştıran kimse de O’dur. İbret almaya, aklını çalıştırmaya niyeti olanlar için Allah’ın Evren’de koyduğu deliller ortadadır.

Düşünüp ibret almanız için her şeyi eşler halinde yarattık. (Zariyat Suresi 49)

1400 YIL ÖNCE ZAMANIN İZAFİLİĞİ AÇIKLANDI (KURAN BİLİM MUCİZESİ 7)

Gökten yere işleri çekip çevirir. Sonra sizin saymakta olduğunuz bin yıla denk bir günde/dönemde O’na yükselirler. (Secde Suresi 5) 

Melekler ve Ruh, süresi elli bin yıl olan bir günde/dönemde O’na yükselirler. (Mearic Suresi 4)

Tarih boyunca zamanın gerek Evren’de, gerekse mümkün olabilecek her ortamda her varlık için aynı şekilde işlediği tahmin edilmiştir. Bunu göz önünde bulundurduğumuzda Kuran’ın yukarıdaki ayetlerinin insan zihni için ne kadar köklü bir anlayış değişikliği getirdiği ortadadır. Kuran, değişik durumlarda “gün” kavramının değişeceğini, “bir günün” elli bin yıla eşit olabileceğini söylemiştir. Yüzlerce yıl muhtemelen “Acaba böyle bir şey nasıl olabilir?” itirazlarıyla karşılaşmış olan bu ayetlerin, aslında ne kadar önemli gerçeklere işaret ettiği son yüzyılda anlaşılmıştır.

Einstein’ın en meşhur keşfi “İzafiyet Teorisi”dir. Fizikle ciddi bir şekilde ilgilenmeyen birçok kişi hâlâ bu teorinin ne demek istediğini anlayabilmiş değildir. Oysa Kuran ancak bu teoriyle 20. Yüzyılda anlaşılabilen hususlara 1400 yıl önce işaret etmektedir. Einstein, izafiyet ile ilgili açıklamalarını “Özel İzafiyet Teorisi” ve “Genel İzafiyet Teorisi” diye iki çalışmada toplamıştır. İzafiyet Teorisi’ne göre ışık hızına yakın bir hızla hareket eden bir araca binen kimse için zaman daha yavaş akmaktadır. Dünya’daki bir kişi için 100 gün geçtiğinde, ışık hızına yakın hareket eden kişi için 50 gün geçebilmektedir. Bu bulgu “Özel İzafiyet Teorisi”nin en ilginç sonucudur. Evren’de hız arttıkça zaman daha yavaş geçmektedir. Demek ki zaman aynı Kuran’ın işaret ettiği gibi izafi bir kavramdır. Değişik ortamlarda, değişik yerlerde, değişik hızlarda saatler farklı işlemektedir. Alltaki resimdeki rokette çok çok yüksek hızlarda zaman daha yavaş ilerler.


“Genel İzafiyet Teorisi” ise zamanın izafiliği konusunda çekim alanlarını ele almakta ve zamanın büyük çekim alanlarında daha yavaş geçtiğini göstermektedir. Demek ki Güneş’in üzerinde bir kişinin yürümesi mümkün olsa; bu kişinin saati de, biyolojik yapısı da, atomlarının düzeyindeki hareketlerin hepsi de yavaşlayacaktır. Yapılan birçok deney de bu bulguyu doğrulamaktadır. Örneğin böyle bir deneyi İngiliz Ulusal Fizik Enstitüsü yapmıştır. Araştırmacı John Laverty zamanı mükemmele yakın bir şekilde doğru gösteren (300 bin yılda sadece 1 saniye hata yapan) iki saati senkronize etti. Saatlerden biri Londra’daki laboratuvarda tutuldu, diğeri ise Londra’dan Çin’e gidip gelen bir uçağa kondu. Uçak yüksekten uçtuğu için, Dünya’daki çekim gücünden daha düşük bir çekimde hareket etmektedir. Yani zamanın uçakta daha hızlı geçmesi beklenmektedir (Genel İzafiyet Teorisi’ne göre). Yeryüzündeki bir kişiyle, uçaktaki kişinin maruz kaldıkları çekim farklılıkları aslında çok ufaktır. Bu çok ufak fark ancak bu kadar hassas bir saatle tespit edilebilirdi. Nitekim uçaktaki saatin saniyenin 55 milyarda biri kadar hızlı hareket ettiği tespit edildi. Böylece zamanın izafiliği deneysel olarak da onaylanmış oluyordu. Oysa zaman hakkındaki genel önyargıya göre iki saatin arasında hiçbir farkın olmaması gerekirdi. Bu tip deneyler, Kuran’ın zaman hakkındaki şartlanmışlıkları kırıcı ifadelerini desteklemektedir.

KURAN’DA GÜN KELİMESİNİN KULLANILIŞ TARZI

Secde Suresi’nin 5. ve Mearic Suresi’nin 4. ayetleri hem zamanın izafiliğine işaret etmekte, hem de “yevm” kelimesinin anlamının doğru anlaşılmasını sağlamaktadır. Arapça “yevm” kelimesi “gün” olarak çevrildiği gibi, aynı zamanda “dönem” olarak da çevrilebilmektedir. Yani Arapça “yevm” deyince sadece 24 saatlik gündüz ve geceden oluşan bir dönem olan “gün” anlaşılmaz, aynı zamanda genel anlamda “dönem” de “yevm” kelimesiyle kastedilmiş olabilir. Söz konusu iki ayette bir “yevm”in bin senelik bir “yevm”e veya elli bin senelik bir “yevm”e eşit olabildiğinin söylenmesi bunun bir delilidir. Bu açıklamanın iyi anlaşılması Evren’in ve yeryüzünün altı “yevm”de yaratıldığını söyleyen Kuran ayetlerinin doğru bir şekilde anlaşılmasını sağlar (Bakınız: 7-Araf Suresi 54, 11-Hud Suresi 7, 10-Yunus Suresi 3, 25-Furkan Suresi 59, 32-Secde Suresi 4, 57-Hadid Suresi 4). Altı “yevm”de yaratılmadan bahsedilen ayetlerde altı “dönem”de yaratılmadan bahsedildiğini anlamak gerekir.

Böylece Kuran’ın “yevm” kelimesini kullanış tarzı Yahudilerin ve Hıristiyanların da altı günde yaratılmadan neyi anlamaları gerektiğini açıklamakta, onların da anlayışlarına katkıda bulunmaktadır. Uzay fiziğindeki tüm bulgular, Evren’in ve Dünyamız’ın ayrı devirlerden, aşamalardan geçip yaratıldığını ortaya koymaktadırlar. Gaz bulutlarından galaksilere, Dünyamız’da ilk atmosfere, suların, madenlerin oluşumuna kadar hep değişik aşamalar, değişik dönemler geçmiştir. Bu noktada Evren’in farklı “dönemler”den geçip yaratıldığının söylenmesi de Kuran’ın bir mucizesidir. Bu dönemlerin nasıl altı döneme bölünüp incelenebileceğini başka bir yazımıza bırakıyoruz. Fakat Evren’in ayrı dönemlerden geçip oluştuğu hiç kimsenin itiraz edemediği bir gerçektir.

Eski Mısır, Çin, Hint uygarlıklarının Evren hakkındaki görüşlerini inceleyelim. Kimisi Evren’i kaplumbağaların sırtına oturtmuş, kimisi Evren sonsuzdan beri varmış gibi açıklamalarda bulunmuştur. Tüm bu uygarlıklardan hiçbiri Evren’in değişik devirlerden geçip oluştuğu gibi önemli bir noktanın altını çizmemişlerdir. Kuran böylece önemli bir noktaya işaret etmekte ve Yahudilerin, Hıristiyanların “gün” kavramını doğru yorumlamalarına da yardımcı olmaktadır (İbranice “gün” anlamındaki aynı yapıya sahip “yowm” kelimesinin de “dönem” anlamını taşıdığını söyleyen Yahudi ve Hıristiyan teologlar olmuştur). Ayrıca Kuran’da; Yahudilerin “Allah altı günde Evren’i ve yeryüzünü yarattı, yedinci günde ise dinlendi” iddiası düzeltilmekte ve Allah için yorgunluğun söz konusu olmadığı söylenmektedir:

Andolsun Evren’i, yeryüzünü ve ikisinin arasında bulunanları altı dönemde/günde (yevm) yarattık, hiçbir yorgunluk da duymadık. (Kaf Suresi 38)

 Zamanın izafiliğinin anlaşılması Kuran’ın açıklamalarının daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunabilir. Örneğin Kuran’da insanların yeniden diriltildiklerinde Dünya’da çok kısa bir süre kaldıklarını zannedecekleri söylenmektedir. Zamanın izafiliği anlaşıldıktan sonra Kuran’ın bu izahı da, “Ölüler kıyamete kadar ne yapacaklar” sorusunun cevabı da anlaşılabilmektedir. Dünya’daki zamanı her şartta tek geçerli mutlak zaman olarak gören zihniyetin bu soruları, zamanın izafiliğinin anlaşılmasıyla cevabını bulmaktadır. Ölen bir insan Dünya’daki zaman boyutuna bağımlı olmadığı için kendisinden sonra geçen binlerce yıl onun için bir gün hükmünde bile var olmamaktadır.

Onları toplayacağı gün sanki sadece birbirleriyle tanışacakları gündüzün bir saati kalmışlar gibi gelir. (Yunus Suresi 45) 

112Dedi ki “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” 113Dediler ki “Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor.” (Muminun Suresi 112-113 ) 

HANGİMİZ MİLYARLARCA YIL BEKLEYİP SIKILDI?

Evren’in yaratılmasından insanın yaratılmasına kadar neden on dört milyar yıl kadar zaman geçtiği de zamanın izafiliğinin anlaşılmasıyla anlaşılır. Bambaşka bir pozisyonda on dört milyar yıl, bir dakika olarak, belki daha da kısa olarak algılanabilir. Bu sürenin uzunluğu bizim Dünya’daki mevcut algımız ve pozisyonumuza göredir. Evren’in ilk yaratılışından şu ana kadar on dört milyar yıl kadar zamanın geçmiş olduğu bilimsel verilerle desteklenmektedir. Aranızda hiç on dört milyar yıl bekleyip de sıkılmış olan var mı? İşte nasıl on dört milyar yıl önceden geçmiş olmasına rağmen, şu anda bu süreyi beklemekten kendini sıkılmış gibi hisseden yoksa, aynı şekilde öldükten sonra yeniden yaratılışa kadar bekleyip de sıkılan olmaz. Zamanın izafiliğinin anlaşılması, anlaşılması zor kabul edilen birçok sorunun çözümünü mümkün kılmaktadır. İzafiyet teorisi zamanın izafiliği gibi uzunlukların da izafi olduğunu ortaya koymaktadırlar. Buna göre Evren’in büyüklüğü bize göredir. Ayrı bir hızda, ayrı bir algı şeklinde Evren’in büyüklüğü daha değişik şekilde algılanabilir. Buna göre uzayın büyüklüğüne ve de dünyanın küçüklüğüne bakıp da, bu izafiyete tabi ölçülerden dünyanın önemsizliğine dair bir argüman üretmek mümkün değildir.

İMKAN DELİLİ (Farabi, İbni Sina, Fahreddin Razi gibi zatların delili)

Farabi, İbni Sina, Fahreddin Razi, Teftazani, Curcani gibi ünlü birçok müslüman düşünür imkan delilini Allah’ın varlığının kanıtlanmasında kullanmışlardır. Bu delilde mümkün olan varlıkların kendi kendine var olamayacaklarının, bunların zorunlu bir varlığa muhtaç olduğunun üzerinde durulur. Bu Evren ve canlılar gibi varlıklar “Mümkünül vücud”, Allah ise “Vacibul Vücud” (Zorunlu Varlık) olarak değerlendirilir. Mümkün varlıkların varlığı, bir sebebe bağlıdır, bu varlıkların varlığı da, yokluğu da imkan dahilindedir. Mümkün varlıkların yokluğunu düşünmek bir çelişki doğurmaz. Oysa Zorunlu Varlık için durum tamamen farklıdır. Varlığı zorunlu olan Allah’ın yokluğu düşünülemez, bu düşünüldü mü açık bir çelişki ortaya çıkar. Hıristiyan aleminde ise Leibniz gibi filozoflar, imkan delilini benzer şekilde savunmuşlardır. Leibniz “yeter sebep ilkesi”ni merkeze alarak açıklamalarını yapar: “Evren mümkün varlıklardan meydana gelmiştir, Evren’in kendisi de mümkündür. Tüm sebepleri sonsuza dek geri de götürsek (ki bu imkansızdır) bu yine Evren’i açıklamaz. Evren yine mümkündür ve Evren kendi dışında bulunan ‘Yeterli bir Sebebe’ muhtaçtır. O halde Evren’i ancak Evren dışında ‘Zorunlu Bir Varlık’ yaratabilir.”

Evren’in geçmişinin sonsuz olamayacağını, Evren’in bir başlangıcı olması gerektiğini, başlangıcı olanın kendi dışında bir sebebe ihtiyaç duyduğunu, bu sebebin ise Allah olduğunu Kindi ve Gazzali gibi İslam kelamcı ve filozofları savunmuştur. Batı felsefesinde bu yaklaşım “Kalam Cosmological Argument” ismiyle gündemdedir. Bu yaklaşımı çok kısa bir özetle şöyle aktarabiliriz: Sebeplerin sonsuza dek geriye gittiğini söylemek “Sonsuz geçtikten sonra biz var olduk” demektir. Oysa sonsuz, sonu olmadığı için geçilemeyen demektir, eğer bir sebep zinciri geçmişse bu onun sonlu olması demektir. Bir sebep zinciri geçip de, biz bugün varsak, bu bir “İlk Sebep”in varlığının ispatıdır. İlk Sebep’in varlığını kavranılmaz bulanlar olabilir. Fakat sonsuz sebep imkansızdır, imkansız olan ve kavranılmaz olan farklıdır. Örneğin bir uzay mekiğinin yapısı bizim için kavranılmaz olabilir. Fakat uzay mekiğinin varlığını inkar edemeyiz. Oysa beş sayısının on sayısından büyük olması imkansızdır. İmkansız olan hiçbir zaman gerçekleşmez. Aksi imkansız olduğuna göre (sonsuz sebebin geçip bu noktaya gelmemiz), ilk sebebin varlığı (kavranılmaz kabul edenler olsa da) zorunludur.

Bizim önerimiz son asırda bulunan bilimsel bilgilerin de katkısıyla İbni Sina’dan Leibniz’e birçok düşünürün kullandığı bu yaklaşımın, yeni bilimsel verilerin katkısıyla zenginleştirilerek yeniden formüle edilmesidir. İzafiyet Teorisi ile ilgili bulgular da bu amaç için kullanılabilir. Zamanın varlığının ancak zamanın yaratılmasının açıklanmasıyla yeterli bir açıklamaya kavuşturulabileceği, zaman ve zihin arasındaki uyumun ancak zaman ve zihin dışı bir ayarlayıcı ile mümkün olabileceği, zamanın da mümkün bir varlık olup Zorunlu, Mutlak bir Yaratıcıya gereksinimi olduğu “imkan delili”nin açıklamalarıyla birleştirilip kullanılırsa kanaatimizce kullanışlı felsefi argümanlar elde edilecektir.

Size delillerini gösteriyor. Artık Allah’ın delillerinden hangisini inkar ediyorsunuz. (Mumin Suresi 81)

GÜNEŞ DE AKIP GİTMEKTEDİR (KURAN BİLİM MUCİZESİ 8) 

Güneş de bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu, Üstün Olan ve Bilen’in takdiridir. (Yasin Suresi 38)

Tarihin çok uzun bir döneminde insanlar Dünya’yı sabit, Güneş’i ise Dünya’nın etrafında dönüyor zannettiler.

Sonra Kopernik ile başlayan süreçte ise insan lar Güneş’in sabit bir şekilde ortada durduğunu, Dünya’nın ise sabit bir Güneş’in etrafında döndüğünü zannettiler. Bilimde devrim sayılan bu keşif çok önemliydi ama Güneş’in bu modelde sabit, durgun sayılması yanlış bir kanaatti. Daha sonra ise gelişmiş teleskopların sayesinde ve kozmoloji biliminin oluşturduğu birikimle Güneş’in de hareket ettiği, Dünya’nın hareket eden bir Güneş’in etrafında döndüğü anlaşıldı. Oysa Güneş’in bu şekilde hareketi Kuran’da 1400 yıl önceden açıklanmıştır. Güneş’in Dünya etrafında kısır döngü yaptığı fikrine ve Güneş’in hareketsiz bir şekilde durduğu fikrine karşın Yasin Suresi’nin 38. ayeti, Güneş’in bir hedefe doğru akıp gittiğini söyleyerek doğru modeli ortaya koymuştur. Böylece Kuran birçok konuyu olduğu gibi Güneş’in hareketini de doğru şekilde açıklayan bilinen ilk kaynaktır.

KURAN’IN TARZI VE BİLİMİN TARZI

Bir bilim kitabı ortaya koyduğu tezlerin ispatlarını, çıkış noktalarını göstermeye çalışır. Oysa Kuran her tezinin ispatlarını gösterme çabası gütmez. Kuran, Evren’in Yaratıcısı’nın gönderdiği vahiydir ve Evren’i, Yaratıcısı’nın diliyle, bir bilim kitabından farklı bir üslupla açıklar. Evren hakkındaki en temel bilgilerin Kuran’da ortaya konulmasından bin yılı aşkın bir zaman sonra ancak öğrenilebilmesi, Kuran’ın birçok ayrı konuda açıklamalar yapıp hiçbir konuda hataya düşmemesi, Kuran’ın, Evren’in Yaratıcısı’nın kitabı olduğunun delilidir. Kuran, bir bilim kitabı gibi neden, niçin, ispat, bilimsel birikim gözetmeden birçok yerde doğrudan sonucu ortaya koymaktadır. Bilim ise tüm bu aşamaları katederek sonuca ulaşmaktadır.

Görüldüğü gibi Kuran’ın doğrudan sonucu ortaya koyuşu ile, bilimin deneylerden, gözlemlerden, formüllerden geçen süreci farklıdır ve farklı da olmalıdır. Bilim, sonuç ortaya konmuş olsa da metodolojisinin gereği olan tüm basamakları aşmak ve kendi yöntemiyle sonuca ulaşmak zorundadır. Bu yol bilimsel bilgi yapısının bir zorunluluğudur. Nitekim Kuran’ın gerek Evren’de, gerek Dünya’da araştırmalar yapmamızı söyleyen ayetleri bu yöntemi teşvik edici özelliğe sahiptir. Kimse bizim bu yazdıklarımızdan Kuran’ı ve bilimi yarıştırdığımızı sanmasın. Bizim göstermeye çalıştığımız, Kuran’ın bilimsel basamakları takip etmeksizin, doğrudan verdiği bilimin ilgi alanındaki konularla ilgili bilgilerin, bilimsel basamakların çıkılmasıyla onaylandığı ve Kuran’ın mucizeviliğinin doğrulandığıdır. Kuran, Evren’in Yaratıcısı’ndan gelmektedir. Evren’in Yaratıcısı ise zaten Evren ile ilgili tüm bilgilere sahiptir. Bu yüzden Allah, Kuran’da, Kuran’ın indiği dönemde bilimin ulaşmamış olduğu kimi bilgileri, insanlara sonuç olarak aktarır. Günü gelince bilim, formüller oluşturarak kullanır, gözlemler yapar, teknolojik buluşlarını gözlemlerde kullanır ve bilimsel birikim genişler. İşte bilimin takdire değer çabalarıyla varılan bu sonuçlarının önemli bir kısmı, Evren’le beraber bilimsel kuralları da Yaratan’ın kitabında önceden açıklanmıştır.

GÜNEŞ’İN HIZI

Güneş saatte 700.000 km’den daha büyük bir hızla Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı’na doğru hareket etmektedir. Dünya’nın hem kendi ekseni etrafında, hem Güneş’in etrafında dönerken, aynı zamanda Güneş Sistemi ile beraber hareket ettiği de unutulmamalıdır.

Güneş her sabah doğmakta, her akşam batmaktadır. Fakat tüm bu doğuşları ve batışları, her seferinde Evren’in ayrı bir noktasında gerçekleşmektedir. Dünya, Evren’de hiçbir zaman aynı noktadan bir daha geçmeden hareket eden bir Güneş’in etrafında yolculuk yapmaktadır. Kitabımızın sırf bu bölümünün başından bu satırlara kadar geçen süre içinde Güneş’in ve Güneş’e bağlı olarak Dünyamız’ın milyonlarca kilometre yol katettiğini düşünürsek ve inanılmaz hızdaki hareketlerden en ufak bir şekilde negatif olarak etkilenmediğimizi hatırlarsak, Allah’ın muhteşem düzeni ile karşı karşıya olduğumuzu hissedebiliriz.

GÜNEŞ’İN DOĞDUĞU YERLER 

O, Evren’in ve yeryüzünün ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir, doğuların (Güneş’in doğduğu yerlerin) da Rabbidir O. (Saffat Suresi 5)

 Taşkın Tuna, Saffat Suresi 5. ayetinin mucizevi işaretini şöyle açıklar: “Dünyamız’ın da çok değişik hareketleri vardır. Uzay’ın bir noktasından bir daha geçmemek üzere bütün sistemle birlikte Dünya da hareket halindedir. Dünya’nın yuvarlak oluşu sebebiyle bir yerde doğan Güneş aynı anda bir başka yerde batıyor. Gece gündüzü, gündüz de geceyi kovalıyor. O halde Güneş’in doğduğu ‘yer’ değil, ‘yerler’ söz konusudur. Yerkürenin her noktası için sabah saatleri değişiktir. Her yer ayrı ayrı saniyelerde Güneş’in doğuşunu bekliyor… Güneş’i Uzay’ın bambaşka yerlerinden ‘doğarken’ seyrediyoruz. Güneş aynı Güneş, Dünya aynı Dünya, ama Uzay’ın yeri değişik”  Taşkın Tuna, Kuran’ın, Güneş’in doğduğu yerleri çoğul bir ifadeyle değerlendirmesindeki inceliği bu şekilde açıklamaktadır.

Her sabah doğarken gördüğümüz Güneşimiz dev bir nükleer reaktördür. Hidrojen atomlarını helyuma dönüştürerek çalışan bu reaktörümüz, çok mükemmel bir şekilde ayarlanmış olarak görevlerini yerine getirmektedir. Kuran’ın anlattığı şekilde karar noktasına; duracağı, son bulacağı yere doğru hareket halindeki hayat kaynağımızın, bu çok hızlı hareketinde, hassas dengelerin hiçbiri değişmeden Evren’de yolculuk etmekteyiz. Düşünen, araştıran ve samimi şekilde Kuran’ın ve Evren’in ayetlerini (delillerini) değerlendirenler Allah’ın kudretini ve Kuran’ın mucizelerini göreceklerdir.

İşte bunlar bizim insanlara verdiğimiz örneklerdir. Ancak bilgi sahiplerinden başkası bunlara akıl erdiremez. (Ankebut Suresi 43)

 GÜNEŞ’İN HİZMETLERİ

Güneş’in bir saniyede ürettiği enerji Dünya’daki üç milyar enerji santralinin bir yılda ürettiği enerjiye eşittir. Dünya Güneş’ten gelen ışınların sadece milyarda ikisini alır. Bu miktar çok ince şekilde tespit edilmiştir. Örneğin bu miktardaki küçük bir azalma Dünya’nın yaşanmayacak şekilde buzullara gömülüp soğumasına sebep olacaktır. Güneş’in Dünyamıza uzaklığı, Güneş’in büyüklüğü, Güneş’teki reaksiyonların gücü hep çok ince hesaplara bağlıdır. Bizim de yaşamımız bu çok ince hesaplarla belirlenmiştir. Tüm bu değerlerdeki çok ufak bir değişiklik bile Dünya’daki hayatın yok olmasına sebep olacaktır. Tüm bu kritik değerlerin hem yaratılması, hem de devam ettirilmesi bizim hayatımızın olmazsa olmaz şartlarındandır. Güneş’in hem kendi ekseninde, hem de bir doğrultuya göre hareketi; Dünya’nın ise kendi ekseninde, Güneş’in etrafında, Güneş’e bağlı olarak ve Ay’dan etkilenerek birçok farklı hareketi vardır. Bu çok hızlı hareketlerin tümünde Dünyamız Güneş Sistemi’yle, galaksisiyle hep yepyeni, her biri öncekinden farklı bir konumda bulunmaktadır. İşte Allah’ın hassas ölçülerle yarattığı doğa yasaları çerçevesinde gerçekleşen tüm bu oluşumlardaki çok hızlı, çok ince hareketlerin hiçbiri bizim Güneş’e göre konumumuzu etkilemez, Dünya’daki hayatın yok olmasına sebep olmaz.

Hayatın oluşması için mutlaka karbon bazlı moleküllere ihtiyaç vardır. Karbon bazlı moleküller ise sadece –20 °C ile +120 °C arasında oluşabilmektedirler. Evren’de ise yıldızların içindeki milyarlarca derecedeki sıcaklıktan, mutlak sıfır noktası olan –273.15 °C’ye kadar çok geniş bir sıcaklık aralığı mevcuttur. Sadece karbon bazlı moleküllerin oluşması için gerekli sıcaklık aralığının oluşturduğu dilim, mevcut sıcaklık farklılıklarında yüz binde birlik bir dilim bile değildir. Dünya mevcut ısısını koruyamayıp kısa bir süre için bile içinde bulunduğu bu sıcaklık diliminden çıksaydı, Dünyamızdaki hayat son bulurdu.

Neyse ki Yaratıcımız her an ihtiyaçlarımızın farkındadır ve her an her şey O’nun kontrolündedir.

Güneş’e, Ay’a boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. Her işi yoluna koyup, düzenler. Delilleri birer birer açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız. (Rad Suresi 2)

 GÜNEŞ’TEKİ OLUŞUMLAR

Yaklaşık 150 milyon kilometre mesafeden Güneş, Dünya’daki hayatın mümkün olmasını sağlamaktadır. Saatte 1000 kilometre hızla giden bir uçağa binsek 17 yılda bile ulaşamayacağımız bir mesafedir bu. Yüzeyindeki sıcaklık 6 bin derece olan Güneş’in merkezindeki sıcaklık ise 15 milyon derecedir. Alev alev gazdan oluşan bu kürenin yüzeyinde bile hayat düşünülemez. Oysa mevcut uzaklığa yerleştirilince Güneş, Dünyamızın en yakın dostu, hayatımızın kaynağı olmuştur.

Güneş, kendisini ayakta tutan enerjisini bünyesindeki hidrojeni helyuma dönüştürerek açığa çıkarmaktadır. Dört ayrı hidrojen çekirdeğinden tek bir helyum oluşur. Bu oluşum tek bir aşamada gerçekleşmez. Bu dönüşüm yavaş yavaş oluşur, Güneş de buna bağlı olarak ağır ağır yanar. Önce iki hidrojen birleşip dötronu oluşturur. Dötronun oluşmasını sağlayan da atom çekirdeğindeki güçlü nükleer kuvvettir. Bu kuvvetin gücü de bu noktada çok dengeli bir şekilde ayarlanmıştır. Eğer güçlü nükleer kuvvet mevcut değerinden daha zayıf olsa iki hidrojen çekirdeği birleşmeyecektir. Yanyana gelen artı yüklü protonlar birbirlerini itecekler ve Güneş’teki nükleer reaksiyon yani Güneş’in kendisi oluşamayacaktır. Eğer güçlü nükleer kuvvet mevcut değerinden daha güçlü olsa, dötron yerine iki protonlu diproton oluşacaktır. Bu o kadar etkili bir yakıt olurdu ki; Güneş ve Güneş’e benzer yıldızlar bu güç yüzünden çok kısa sürede infilak ederek yok olurdu. Bu durumda her örnekte olduğu gibi yine ne biz, ne de Dünyamız var olabilirdi. Tüm bu göstergeler Allah’ın Evren’i, Evren’deki fizik kurallarını nasıl mükemmel, planlı bir şekilde yarattığını ve işlettiğini ortaya koymaktadır.

Sizin tanrınız yalnızca Allah’tır. O’nun dışında bir tanrı yoktur. O bilgi bakımından her şeyi kuşatmıştır. (Taha Suresi 98)

İNSANIN YARATILIŞ MUCİZESİ-KEMİKLERİN OLUŞUMU VE ETLE KAPLANMALARI (KURAN BİLİM MUCİZESİ 9)

Sonra o damlacığı asılıp tutunan bir şeye dönüştürdük. Sonra asılıp tutunan şeyi, bir çiğnemlik ayrı et parçası haline getirdik. Sonra bir çiğnemlik et parçasını, kemik olarak yarattık. Sonra kemiğe et giydirdik. (Muminun Suresi 14) 

Kemiklere de bir bak. Nasıl yerli yerince düzenliyoruz onları ve sonra da onlara et giydiriyoruz… (Bakara Suresi 259)

Tercümede geçen “bir çiğnemlik et” ifadesi, Arapça “mudğa” kelimesinin  karşılığıdır. Kemiğe giydirilen et vurgulanırken geçen “et” ifadesi ise ayette “lahm” kelimesi ile anlatılır. Bu deyim “taptaze et” gibi eti vurgular. Bu ayrımın  altını çizmekte fayda vardır.

Embriyo başlangıçta kemiksiz “bir çiğnemlik et” formundadır. Embriyodaki kıkırdak doku, ayette söylendiği gibi sonradan kemikleşmeye başlar. Yine aynen ayetin söylediği gibi kemikleşme başladıktan daha sonra kas etleri oluşarak kemikleri sarar. Ayette geçen “lahm” kelimesi “kas etleri” için kullanılmaktadır. Kuran’da 1400 yıl önce haber verilen bu oluşum sırasından bilim çok yakın döneme dek habersizdi. Bu dönemde kemiklerin ve kasların beraber oluştuğu düşünülüyordu.

Gelişmiş mikroskoplar ve anne karnının içine giren mikro kameralar, Kuran’ın haklılığını bir kez daha göstermiştir.

İNSANIN YARATILIŞ MUCİZESİ – İSKELETİMİZİN MÜKEMMEL YARATILIŞI

Bakara Suresi’nden alıntıladığımız ayet, kemiklerin kasla sarılmasını vurgulamadan önce iskelet yapımıza dikkat çekmekte ve bu yapıyı incelememizi teşvik etmektedir. Bu ayeti okurken, Kuran’daki bilimsel mucizeyle beraber, Allah’ın vücudumuzda oluşturduğu yaratılış mucizesini de kemiklerimiz bağlamında düşünelim.

Bir mühendislik harikası olan iskeletimiz, her biri ihtiyacımıza göre ölçülüp biçilmiş değişik boyutlarda 206 kemikten meydana gelir. İskeletimiz, eklemler ve bağlarla birbirine tutturulmuş; atlama, koşma, eğilme, oturma ve benzeri hareketler için ölçülerek, planlanarak inşa edilmiş bir kemik kuledir. Her hareketimizde iskeletimizi farkına varmadan, zorlanmadan kullanır, iskeletimizin hizmetimize verilmiş olması sayesinde günlük hayatımızı sürdürürüz. Örneğin bu kitabın sayfalarını çevirirken kaç eklemimizi kullandığımıza dikkat edin: Omuz, dirsek, bilek ve parmak eklemlerimizin her birini nasıl da kolaylıkla, birbiriyle uyumlu bir şekilde kullanırız. Hem de iskeletimizi kullandığımızın hiç farkına varmadan…

Bu eşsiz mimari yapıya ister mühendis, ister doktor gözüyle bakınız, bu yapı karşısında bildiklerinizin ne kadar yetersiz kaldığını göreceksiniz. İskeletimiz vücuda dayanak oluşturur, organlarımızı mükemmel bir şekilde korur, sinir ve kas sistemlerinin bağlantısını sağlar ve vücudun hareketlerini gerçekleştirmesinde en önemli görevi üstlenir. İskeletimizin her parçası kendi farklı görevini mükemmel bir şekilde yerine getirir. Kafatası ve leğen kemiğinde olduğu gibi kemiklerin hareketinin sakıncalı olduğu yerlerde eklemler sabittir. Hareketin gerekli olduğu kalça veya omuz gibi yerlerde eklemler oynaktır. Boyun omurundaki kemikler, başın kendi ekseni etrafında 180 derece dönmesine imkan verecek şekilde yaratılmışlardır. Bu sayede aşağıyı, yukarıyı ve her iki yanımızı görmek için bütün vücudumuzu döndürmek gibi bir zahmete katlanmaksızın, sadece başımızı çevirmemiz yetmektedir. Akciğer ve kalp gibi organlarımıza yakın yerdeki kemikler bu organları koruyacak ve bu organların çalışmasını aksatmayacak şekilde yaratılmışlardır…

Bir betonarme binayı ayakta tutan kolon, kiriş ne ise, insanı ayakta tutan iskelet sistemi de odur. Ancak düşünen bir insanı hayrete düşürecek nokta, modern binalarda iskelet sistemi bina ağırlığının % 60-70’ini oluşturduğu halde, insan iskeletinin, toplam insan ağırlığının % 15 kadarını oluşturmasıdır. Bu hafif iskeletin dayanma gücü ise çok yüksektir. Mesela uyluk kemiği dikey vaziyette bir ton ağırlığı kaldırabilecek kapasitededir. Kemiklerimizde sağlamlık ve esneklik mükemmel ölçülerle buluşturulmuştur…

İskeletimizin bir yağlanma sistemi vardır ki, sırf bu sistemin detayları sayfalara sığmaz. Vücudumuzdaki her bir eklem kendisi için gerekli özellikteki yağlarla düzenli olarak yağlanmaktadır. Her hareket ettiğimizde birbiri üstünde hareket eden, sürtünen omurların aşınmasının disk denen dayanıklı kıkırdaklarla önlenmiş olması da yaratılış planımızın ayrı bir bölümüdür.

İskeletin harika yaratılışının çok az bir kısmını anlattığımız bu bilgiler bile Bakara Suresi 259. ayette “Kemiklere de bir bak…” denerek, niye gözlerimizin iskeletimize çevrildiğini göstermektedir. Bir çiğnemlik et, anne karnında kemiklere çevrilirken bu mükemmel yaratılış başlamaktadır. Daha sonra bu sistem kadar harika olan kas yapımız da yaratılacaktır.

Allah her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip, neyi arttırdığını bilir. O’nun katında her şey bir ölçü iledir. (Rad Suresi 8)

ÜÇ KARANLIKTA YARATILIŞ (KURAN BİLİM MUCİZESİ 10)

Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlıkta bir yaratılıştan diğer yaratılışa geçirerek yaratmaktadır. (Zümer Suresi 6)

video
play-rounded-fill

Anne karnındaki cenin çok hassas bir varlıktır. Cenin eğer özel bir korunmaya sahip olmasaydı; sıcak, soğuk, ısı değişimleri, darbeler, annenin ani hareketleri cenine ya büyük bir zarar verecek, ya da cenini öldüreceklerdi. Annenin karnındaki 3 bölge, cenini tüm bu dış tehlikelere karşı korur. Bu bölgeler şunlardır:

  1. Karın duvarı
  2. Rahim duvarı
  3. Amniyon kesesi

Aşağıda 3 katmanlı embriyoda bebek gösterilmiştir [2].

Kuran-ı Kerim Mucizesi (üç karanlıkta bir yaratılıştan diğer yaratılışa geçirerek bebeğin gelişimi)

Kuran’ın indiği dönem ve bölgede, embriyolojiyle ilgili bilimsel bir uğraşa rastlamıyoruz. Peki o zaman Kuran’ın anne karnındaki üç karanlığa işaret etmesi nasıl açıklanabilir? Hiç şüphesiz bu ifadeyi Kuran’ın indiği dönemin bilgi seviyesiyle açıklamaya olanak yoktur.

Cenin bu üç tabakanın koruyuculuğu altında kapkaranlık bir mekanda yavaş yavaş gelişimini sürdürür. Amniyon kesesi temiz, akışkan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı sarsıntıları emen koruyucu bir yastık gibidir; basıncı dengeler, amniyon zarının embriyoya yapışmasını engeller ve ceninin rahim içerisinde rahatlıkla dönmesini sağlar. Eğer cenin bu sıvı sayesinde rahatlıkla hareket edemeseydi, bir et kütlesi gibi yığılıp kalacak, devamlı bir tarafı üzerinde aylarca durduğu için yaralar vücudunu saracak ve birçok komplikasyon ortaya çıkacaktı. Ceninin her tarafının eşit biçimde ısınması da önemlidir. Sıvının ısıyı eşit dağıtması sayesinde dışarıdaki sıcaklık ne olursa olsun ceninin her yanı 31°C’lik sıcaklığa sahiptir. Yaratıcımız her aşamada her şeyi en ince şekilde ayarlamış, karanlıkların içinde her ihtiyacımızı karşılamış, bedenimizi dış dünyanın tüm zararlarından korumuştur.

YARATILIŞTAN YARATILIŞA GEÇİŞ

Bu ayetin anne karnında, yaratılış aşamalarımızda içinde bulunduğumuz 3 farklı ortama veya 3 farklı yaratılış aşamasına işaret ettiğini düşünenler de olmuştur. Buna göre 3 karanlık şöyledir:

  • Fallop borusu: Spermle yumurta birleştikten sonra fallop borusu boyunca Fallop borusu boyunca ilerleyen zigot bölünerek çoğalır.
  • Rahim duvarındaki bölge: Bu bölgede önceden işlediğimiz asılıp tutunma (alaka) aşaması geçirilir.
  • Amniyon kesesi: Ceninin etrafındaki içi özel bir sıvı ile dolu Gelişimin geri kalan uzunca kısmı burada geçirilir.

Dıştan görünüşte bu karanlık mekanların farkları yok sanılır. Halbuki minik bir hücrenin boyutuna küçülüp bu mekanları gezebilseydik, nasıl farklı mekanlar olduğunu idrak edebilirdik. Birinci karanlık mekan, hücreye göre dev karanlık bir tüneli çağrıştırmaktadır. İkinci karanlık mekan ise ışıksız kapkaranlık bir ormanı. Üçüncü karanlık mekan ise ışıksız bir denizin altını andırır. Görüldüğü gibi iç içe katman olarak karanlık mekanlar 3 kat olduğu gibi, sırasıyla geçilen karanlık mekanlar da 3 tanedir. Ayetin bu iki açıklamadan herhangi birine mi, yoksa her ikisine de mi işaret ettiğini Allah bilir. (Biz, yaptığımız ilk üçlü ayrımın ayetin temel işareti olduğu kanaatindeyiz.) Bu karanlık mekanlardaki gelişimde geçirilen aşamaların tüm bilimsel kitaplarda 3’e ayrılıp incelenmesi de ilginçtir. Bu üç aşama şöyledir:

  1. Pre-embriyonik aşama: Bu aşama birinci trimester olarak anılır. Hücreler çoğalırken 3 tabaka şeklinde organize olurlar, ilk iki haftayı
  2. Embriyonik aşama: Hücre tabakalarından temel organlar ortaya çıkmaya başlar. İkinci trimester olarak anılır. İkinci haftayla sekizinci hafta arasını kapsar.
  1. Fetal aşama: Bu aşamada yüz, eller, ayaklar belirginleşir, insan dış görünümü ortaya çıkar. Üçüncü trimester olarak anılır. Sekizinci haftadan doğuma kadar olan safhadır.

Ayette işaret edildiği gibi yaratılışımız, bir yaratılış aşamasından diğer yaratılış aşamasına geçerek olmaktadır. Tüm aşamaların ortak özelliği her birinde yaratılışın delillerinin gözükmesidir. Kitabımızın embriyolojiyle ilgili bu son bölümlerinde gördüğümüz bilgilere son yüzyılda ulaşılmıştır. Kuran’dan önce ve Kuran’dan sonraki bin yılda bu bilgilerin hiçbirine, Kuran dışında hiçbir kitapta rastlayamazsınız. Kuran, hem meninin karışımlı yaratılışına, hem de bu meninin az bir bölümünden yaratıldığımıza dikkatlerimizi çekmiştir. Kuran, anne rahmindeki gelişimde embriyoya, aldığı hallerden türeyen isimler takmıştır: Asılıp tutunan (alak), bir çiğnemlik et (mudğa) gibi. Böylece Kuran, ceninin aldığı hallerden çıkan bir terminoloji de oluşturmuştur. Yine ilk önce kemiklerin, sonra kasların yaratıldığını Kuran dışında ortaya koyan olmamıştır. Üç karanlık içinde yaratılışa, Kuran dışında dikkatleri çekmiş bir kitaba da binlerce yıllık tarihte rastlayamazsınız.

Bilimsel bir bilgiyi ileri sürmek için her şeyden önce bilimsel bir altyapı gerekir. Var olan bir altyapı üzerinde diğer bilgiler yükselir. Ayrıca bu tarz bilimsel bilgiler için gelişmiş mikroskoplara da mikro kameralara da ihtiyaç vardır. Kuran’ın indiği dönemde ne bilimsel altyapının, ne mikroskobun, ne de mikro kameraların olduğunu kimse iddia edemez. Bu bilgilerin rastgele yapılan tahminlerle tutturulduğunu söylemeye de hiçbir vicdanlı insan kalkışamaz.

Yoksa onlar hiçbir şeysiz mi yaratıldılar: Yoksa bizzat kendileri mi yaratıcıdır? (Tur Suresi 35)

KAYNAKLAR:

  1. Kuran Hiç Tükenmeyen Mucize, İstanbul Yayınevi, 32. Baskı, 2013 (Bu web sayfası önemli oranda bu kaynaktan istifade etmiştir.)
  2. https://kuranmucizeler.com/insanin-3-katmanli-karanlik-icinde-yaratilisi-embriyonun-bir-yaratilistan-baska-yaratilisa-gecirilerek-insan-haline-getirilmesi

KURAN KERİMİN DİĞER BİLİMSEL MUCİZELERİ

Kuranı Kerimin daha fazla bilimsel mucizesini görmek istiyorsanız, aşağıdaki kitabı okuyabilir yada indirebilirsiniz.

Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize Kitabını pdf formatında oku

Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize Kitabını pdf formatında indir

Kur’an Hiç Tükenmeyen Mucize Kitabını pdf formatında indir 2

KURAN KERİMİN BİLİMSEL MUCİZELERİ – VİDEOLAR

Kuranı Kerimdeki 24 Bilimsel Mucize ve Gerçek

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

error: Content is protected !!
Scroll to Top
Hide picture